Bir önceki yazımızda üzerinde durduğumuz gibi âyetlerin çok işaretleri olabilir. Evet her bir âyetin; zâhirî, bâtınî, haddi ve muttalaı ve bu dördünün de; dalları, füruatı ve ayrıntıları gibi üçer mâna tabakası bulunur. Hepsi birden on iki mâna tabakası olmuş olur. Dolayısıyla tarihî hâdiselerden bahsederken Kur’an günümüzün fen ve teknolojisinden ve yaşanmakta olan olaylarından da söz etmektedir.
Ben Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Kamûs-u Okyanusu bir lügat kitabı olarak ezberlemek isteğine çok hayret ederdim. Sonra kelime bilgisinin çok önemli olduğunu yine Risalelerden öğrendim. Mesela Yirmi Beşinci Söz’de, Enbiya Suresinin 30. Âyetini ele alıyor. Göklerin ve arzın yaratılışı ile ilgili bu âyete farklı alanlarda uzman insanların bakışlarını ortaya koyuyor. Hayret ve hayranlık veren ayrıntılara giriyor. Sonra orada geçen “fetk” ve “ratk” kelimelerini o büyük lügattan araştırınca aslında o kelimelerin, içlerinde o mânaların barındırdığını da gördüm…
Ashab-ı Uhdûd ile ilgili âyetlerden şimendifer mânasını çıkarışında da meselenin, hem kelime bilgisi, hem müstetbeâtütterâkib denilen üç-beş boyutlu resimlerde olduğu gibi ince ve derin mânalara dalabilme kabiliyeti, mâhareti ve ilmiyle ilgili olduğu ayân-beyan ortada…
Bir kere, 4. 5. 6. 7 ve 8. Âyetlerin sonlarındaki medd-i lâzımlar sebebiyle uzatarak û û û û sesleri verilerek okumalar, ayrıca son harflerin hep dâl harfi olup kalkale yapılarak telaffuz edilmesi; Kur’an’ın mânâ ile alâkalı nağmelerinin de ifade ettikleri gerçekler göstermesi bakımından çok önemlidir. Nâs Sûresinin âyetlerinin sonundaki sîn harfleri, (hızlı okununca çok daha iyi şekilde) insanı tam bir fısıltı atmosferi içine sokar ki, zaten şeytanın fısıltı ve vesveselerinden Allah’a sığınmayı anlatmaktadır. Uhdûd ile ilgili âyetlerin tecvide uygun telaffuzunda düdük çala çala giden ve sonra duran bir tren sesini hissetmek mümkündür: “…. Uhdûd… vekûd…. kuûd… şu hûd… hamîd.” Altıncı ve yedinci âyetteki ifadede “zâlimlerin, müminlere yaptıkları işkenceyi, o ateşin üzerinde oturmuş seyrediyorlardı” ifadesi, bir cihetten Cehennemi hatırlatmak için, “çevresinde veya kenarında oturmuş seyrediyorlardı” yerine “İz hüm aleyhâ kuûd” Yani “İşte o zaman o ateşin üzerinde oturmuş şekilde” diye ifade edilmiş. Ama aynı zamanda ateşli vasıtanın üzerine oturmuş izliyorlardı, şeklinde bir mânayı da hissettiriyor. Sûrede geçtiği üzere Buruc Suresinin âyetleri göz önüne getirilip çevirdikleri fitne ve fesatlar açısından sömürgecilerin yaptıkları nazara alınınca Üstad Hazretlerinin, “Şimendifere (tren) işarettir, onunla, Âlem-i İslamı esaret altına alıp mağlup etmişlerdir.” İfadesi çok daha iyi anlaşılır…
Ateşli vasıtalardan tren ve harp gemileriyle yapılan işgallerin Abdülaziz ve Abdülhamid devirlerinde yapılması ile, erkek müminlerle kadın müminlerin Aziz ve Hamid olan Allah’a imandan başka hiçbir suçları yoktu ifadesi birleştiğinde mânada başka boyutlar görülür… Hele bazı cümlelerin riyâzî hesaplamalarından 1629’dan itibaren 1851-1852-1914 ve 1915, 1922 tarihleri karşımıza çıkar ki insanın hayreti bütün bütün artmaktadır… Ayetlerde geçen kelimelerle, riyazi hesapların gösterdikleri tarihler tam bir uyum içindedirler...
Bu konunun 1928’lerde yazılmasından sonra 1944’de Denizli Hapisanesinde yazılan, Meyve Risalesine ilave edilen Felak Suresinin ve Fîl Suresinin riyazî hesaplamalarının da ihanet ve hıyanet eden sömürgecilerin İkinci Dünya Savaşında başlarına gelenlerin de bu meseleyle çok ilgisi vardır. Yani bütün bunlara Kur’an işaret etmektedir de, yaşadığımız şu sürece bunların işareti yoktur denilebilir mi? Bilhassa Buruc Suresinin 10. ve 11. âyetlerinin işarî ifadeleri ve 22. deki son âyetin ifadelerine kadar îmâî, kinâî ve rumuzlu işaretlere dikkat edersek kendimiz için pek çok ikâz, ibret, ders, müjde ve tesellileri de çıkarabiliriz…
Abdullah Aymaz