1985’lerde ilk defa Konya’da Dr. Ali Kemal Belviranlı’dan ismini duyduğum Yaman Dede, aslında Kayseri Rumlarından iplik tüccarı “Yuvan” oğlu “Afuranî” den doğma “Diyamandi” 1887’de Talas’da dünyaya gelmiş. Mustafa Özdamar, onunla ilgili bir araştırma yapmış. Kastamonu’da orta okul ikide Farsça hocaları Mevlana Hazretlerinin Mesnevisinin baç tarafından tahtaya bir kaç beyit yazmış, bilhassa
“Sîne hâhem şerha şerha ez firak
Tâ be gûyem şerh-i derd-i iştiyak” beyti Diyamandi’yi derinden sarsmış. Sonra müslüman olmuş ama ailesinden gizlemiş. Oruç tutuyormuş fakat akşam yemeğini iftara denk getiriyormuş. 1942 de müslümanlığını açıklayınca Patrikhane, hanımı ve kızına baskı yaparak aynı binada kalamayacaklarını ve derhal ayrılmalarını emretmiş. Bakmış olacağı yok karlı bir akşam ceketini giyip evinden çıkmış çok mahzun bir şekilde Bağlarbaşından Altunîzade’ye doğru giderken ezanlar okunmaya başlamış. Namazdan sonra dua ederken “Ya Rabbi, imam efendi mihrabiyelik öyle bir ayet okusun ki, o ayetten bana bir ışık çıksın.” diye dua etmiş. İmam “Lâ yükellifullahi nefsen” deyince, yüksek sesle “Kazandım” diye ayağa fırlamış sonra da yere yığılmış. Daha sonra her Perşembe akşamı yakın dostlarının evinden kızına ve hanımına telefon eder görüşürmüş tabii hep karşılıklı göz yaşları ile...
Daha sonra bir ilk okul öğretmeni olan Hatice hanımla ikinci evliliğini yapmış. Hatice hanım emekli olmak istedikçe karşı çıkarmış ve “Çocuklara senin verdiğin hizmeti verecek ve ihtimam gösterecek bulunmaz, yerin doldurulmaz, ayrılma.” dermiş.
Yaman Dede 1909’da İstanbul Hukuk’a başladı. 1913’de bitirdi. Kendisi diyor ki: “Hukuku bitirdikten sonra, kassam müşaviri (vârisler arasında mirasın taksimini tesbit edip karara bağlayan vazifeli) Tevfik Molla’dan Arapça ve Fıkıh dersleri aldım. Bana Mülteka’yı okuttu. Hocam, dersi takrir ederken Kudurî ve Dürer ismindeki eserlere de bakıyordu. Ben de dersimi hazırlarken Damad ismindeki şerhten faydalanıyordum. İmam-ı Ebu Yusuf’a ait bir hikayeyi Damat’da okurken gözyaşlarımı zabtedememiştim. Hazret-i İmam son anlarında Cenab-ı Hakka şöyle yalvarıyor: - Ya Rabbi, sen bilirsin ki bana gelen tarafları (davalı davacı) daima müsavî tuttum. Fakat bir nasraninin (Hıristiyanın) Halife Harun Reşid ile olan davasında nasranî haklı idi, hakkını da yerine getirdim. Fakat (Keşke hak bu tarafta olsa idi) temennisi gönlümden geçti. Beni affet ya Rabbi! Bu hikayeyi çok kereler anlattım. Ne zaman anlattıysam, ağlamamak elimden gelmedi. Fıkıh dersini şiddetli bir incizap ile yanarak yakılarak talep ediyordum.”
“Merhum ve mağfur Ahmed Remzi Dededen Mesnevî okudum. Ufkum son derece genişledi. İmanım da o nisbette kuvvetlendi. Koca Mevlana’nın büyüklüğü karşısında ürpermeye başladım. Koca Sultan, Mesnevi’sinde mikroba, serumu haber veriyor, bu hayata gözlerini kapayacağı yılı da ebced hesabıyla bildiriyordu.”
“Mesnevi’nin Birinci cildinin baş tarafında “Her ki u, ez hem zebânî şüd cüdâ / Bî nidâ şüd gerçi dâred sad nidâ” (Bir kimse hemdeminden, dil ve gönül arkadaşından uzak düşecek olursa, yüz tane dili ve ifadesi de olsa dilsiz kalır.)
“Mevlana yukarıdaki beytin ilk mısraında bize şeb-i aruz (vefat ölüm) tarihini veriyor ebcetle: 672 Hicri 1273 Miladi.”
“Şu beytinde SERUMA işaret var. “Hakîm est u yefalullahu mâ yeşa / Ki u ez (zi) ayn derd engized devâ” (Cenab-ı Hak, Hakim-i Mutlaktır. Dilediğini yapar. Öyle ki, hastalığın aynından – kendisinden- devâ meydana getirir.”
İşte mikroba temas eden beyt: “Zerreha dîdem dehân-ı şan cümle baz / Ger be gûyem hürd-i şan gerded deraz” (Ağızları açık zerreler gördüm. Onların ne kadar küçük olduğunu söyleyecek olsam söz uzun gider.)
“Başka bir yerde de şöyle buyurmuşlardır. ‘-Birinci İBRET’de benim için ağlayacaksınız.’ (70+2+200+400=H. 672 = M. 1273 Miladi)
Bir gün İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde Celal Hoca talebelere kızar ve bağırmaya başlar. Zil çalar o hala sınıfta öfkeli öfkeli konuşmaktadır. Yaman Dede de Farsça Hocasıdır ve aynı sınıfta derse girecektir. Celal Hoca, celallendikçe o da “Aman Celal Bey, onlar bizim delilerimiz!” deyip durmaktadır. Daha sonra bu “Delilerimiz” sözünü şöyle açar. “Bir zamanlar, devrin şeyhülislamının annesi, mahalle mescidinin müezzinine fetva sormaya gitmiş. Müezzin efendi, Şeyhülislam Hazretlerinin annesine – Anneciğim, sen bana geliyorsun ama, senin oğlun Şeyhülislam, bunu ona sorsan ya, demiş. Şeyhülislamın annesi- Eaah, o bizim deli ne bilir ki! Demiş.” Yaman Dede delilerimiz derken onlar bizim şeyhülislamlarımız manasına söylüyor ve Celal Hocaya, bağırma onlar büyük adamlar olacaklar demek istiyormuş.
Selimiye Camii imamı Fahri Duran diyor ki: “1982’de Hicaz’dan kafile ile hacdan dönüyoruz. Haleb’de Zekeriya Aleyhisselamı ziyaret etmek istiyoruz fakat Suriye polisi bizi Haleb’in içine bırakmıyor, “Yasak” diyor. Ben başkomiserlerine çıkıp dedim ki “Hacılar aç, Haleb’de bir yemek yedirmek istiyorum. Ayrıca alış- veriş yapacaklar.” Zaten Suriye’nin döviz sıkıntısı var. Parayı, alış-verişi duyunca izin verdiler. Biz doğruca Zekeriyya Aleyhisselamın Camiine gittik. Büyük bir külliye... Camiye girdik, bir direğin dibinde birisi yanık yanık
“Yak sinemi ateşlere, efganıma bakma
Ruhumda yanan ateşe, nîrânıma bakma
Hiç sönmeyecek aşkıma, imanıma bakma
Ağlatma da yak, hâl-i perişanıma bakma” diye bir kaside okuyor. Hayretle sordum.
-Sen Türk müsün?
-Hayır Arabım.
-Peki bu kasideyi nerde öğrendiniz.
-Burada Suriye’de
-Bu bizim Yaman Dedemizin, kimden öğrendiniz?
-Urfalı bir tır şöforü var, o elbetteki, bana”
“Allah Allah, hiç Türkçe bilmeyen güzel sesli Arabın ağzından Yaman Dedenin kasidesi ortalığı yakıp kavuruyor.”
Bunları, Mustafa Özdamar’ın Yaman Dede Belgeselinden aktarıyorum.