M. Fethullah Gülen Hocaefendi, Mirasçının dördüncü vasfı için; “Onun, kâinat, insan ve hayat mülâhazalarını bir kere daha gözden geçirip yanlış ve doğrularını kritik etmesidir.” diyor. Bunun için de üç husus üzerinde duruyor:
Aslında Hocaefendinin özlü ifadelerle, genişçe anlattığı bu meseleyi 1920’de Bediüzzaman Hazretleri, Buharî hadis-i şerifinde geçen “Hak ulvîdir, onun üzerine çıkılmaz, o, mağlup edilmez” ifadesine karşı, “Madem Hak ulvîdir, neden kâfirler Müslümanlara, kuvvet de Hakka galipdir?” diye sorulan bir suale dört nokta ile cevap verirken ele alıyor. Şu günlerde bile geçerli olan bu soruyu, 1925’te Azerbaycan’da yazılan tarihî “Ali ile Nino” romanında da rastlıyoruz. Halbuki Üstad Hazretleri bunun cevabını 1925’ten beş sene önce “Lemaat” isimli manzum şaheserinde vermiş. Anladığımız kadarı ile aktarmaya çalışacak olursak: Hak davâ ayrıdır; onu tahakkuk ettirecek hak vesileler ayrıdır. Dava hak olsa bile vesilesi bâtıl olursa, karşısındaki hak vesileler karşısında mağlup olur. Aslında mağlup olan Hak dava değil; bâtıl vesilelerdir. Yani işin özünde yine galip gelen hak vesiledir…
Ayrıca her Müslümanın her vasıf ve sıfatı Müslüman olması, meşru olması gerekir ama maalesef realitede tam tersi olabiliyor. Müslüman olmayanlarda da Müslümanlığa yakışır meşru vasıf ve sıfatlar bulunabiliyor.
Üstad Hazretlerinin bu hususu İşârâtü’l-İ’caz tefsirinde işaret ettiği üzere: İlk insan Hz. Adem Aleyhisselam bir peygamber olduğu gibi ondan sonra 124 bin veya 224 bin peygamber geldiği rivayet ediliyor. Bu yüce rehberler Altı İman esasının yanında ahlâkî güzellikleri insanî evrensel değerleri de getirdiler ve bizzat yaşayıp temsil ettiler. Daha sonra insanlar itikadî esasları unutup putlara da tapsalar, toplumlarda örf, âdet, kültür ve gelenek halinde gelen bu güzel vasıf ve sıfatları yaşamaya devam ettiler. Yani Müslüman olmayanların da bu sebeple güzel vasıfları olmaktadır. Şimdi eğer Müslümanda bu güzel ve meşru sıfatlar yoksa, karşı tarafta da varsa, karşı karşıya gelince onlar galip oluyor. Aslında o hak vasıflar gâlibiyeti sağlıyor.
Üçüncü olarak Cenab-ı Hakkın Kelam sıfatından suhuflar, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an gelmiş ve dini kanun ve prensipleri ortaya koymuşlardır. Bunları yaşamanın mükâfatı esasen âhirettedir. Elbette bunların dünyada da çok faydaları vardır ama sonsuz âhiret saadetine göre dünyevîler çok az sayılır. Uymamanın cezası da âhirettedir.
Cenab-ı Hakkın İrade sıfatından da tekvini kanunlar gelmiştir. İnsanlar yanlışlıkla bunlara tabiat kanunları gibi isimler taksalar da bunlar Allah’ın koyduğu değişmez prensiplerdir. Bütün fenler, teknikler ve teknolojiler işte bu kanunların neticesidir. Bu kanunlara uymanın mükafaatı dünyada olduğu gibi uymamanın cezası da dünyadadır… Eğer Müslümanlar çağları ile yüzleşip hesaplamamışlarsa, çağın gerisinde kalmış, başkaları tarafından çiğnenip geçilmişlerdir…
Onun için M. Fethullah Gülen Hocaefendi Yeryüzü mirasçısının dördüncü vasfı hakkında şunları söylüyor: “Onun, kainat, insan ve hayat mülahazalarını bir kere daha gözden geçirip yanlış ve doğrularını kritik etmesidir. Bu hususta şunları zikredebiliriz:
“1-Kainat, sık sık müracaat edilmek üzere Allah tarafından gözler önüne serilmiş bir kitap; İnsan, varlığın derinliklerini rasat etmeye açık bir menşur ve bütün dünyaların şeffaf bir fihristi; Hayat da bu Kitap ve bu Fihrist’ten süzülen, süzülüp İlahî beyanda yankılanan mânaların temessülüdür. Eğer Kâinat, İnsan ve Hayat televvünleri itibariyle farklı fakat aynı hakikatın değişik yüzleri ise –ki öyledir- bunları birbirinden ayırmak, hakikatın âhengini bozacağından varlığa da insana da haksızlık ve saygısızlık demektir.
“Evet, Cenab-ı Hakkın Kelâm sıfatından gelen beyanını okuyup, anlayıp, itaat ve inkıyadda bulunmak bir vecibe olduğu gibi ilmiyle planlayıp, kudret ve iradesiyle de var edip ortaya koyduğu topyekün eşya ve hâdiselerde tanınıp anlaşılması, anlaşılıp mutabakat yollarının tesbit edilmesi vazgeçilmesi imkânsız bir esastır. Evet, O’nun Kelam sıfatından gelen Furkan-ı Azümüşşan, bütün varlığın ruhu, dünya ve ukbâ saadetinin biricik kaynağı; Kainat Kitabı da bu gerçeğin cesedi, temsîli ve hâvî bulunduğu değişik ilim dalları itibariyle, dünya hayatının doğrudan doğruya, ukbâ hayatının da dolayısıyla çok önemli bir dinamiğidir.
“2-Gerçek insanî derinliklerin, duygu, düşünce ve karakterde aranması lâzım geldiği gibi onun Hakk’ın nazarında ve halkın yanındaki itibarı da yine bu hususlarda aranmalıdır. (…) Zira Hakk da, halk da insanları insanî vasıfları, üstün karakterleriyle değerlendirir ve ona göre mükâfatlandırırlar.
“3-Meşru ve hak olan bir hedefe ulaşmanın vasıfları da yine hak ve meşru olmalıdır. Evet, İslâmî çizgide olanlar için her işte gâye-i hayalin (hedefin) meşru olması bir hak, o hakka ulaşmada baş vurulacak vesilelerin meşrûiyyeti de bir vecibedir. Hak rızası ve Hakka vuslat, ihlas ve samimiyet olmadan elde edilemeyeceği gibi, İslâma hizmet ve Müslümanları gerçek hedeflerine yönlendirmek de katiyen şeytanî yollarla gerçekleşemez. Hatta bazen bunun aksî mümkün görülse de, bâtıl yollarda itibarını tüketerek Hakkın iltifatını ve halkın teveccühünü yitirmiş kimselerin, uzun süre başarılı olmaları katiyen düşünülemez.”
Onun için yeryüzü mirasçıları bu hususlarda çok dikkatli ve çok titiz olmaları gerekmektedir.