Mevlana Celaleddin (1207 M.)’de Behl’de doğdu. Küçük yaşında baba Bahâüddin-i Veled Hazretleriyle beraber, Moğol istilasının hunharlığından çekinerek, Bağdad, Mekke, Şam yoluyla o zaman güvenli bir yer olan Anadolu’ya geldi. Bu hicretle 16 sene süren uzun bir seyahatten sonra Konya’da karar kıldı. Seyyid Burhaneddin gibi büyük bir bilgeden de ders aldı. Babasının vefatından sonra 1230’da müderris olarak ders vermeye başladı. Bu sıralarda Şems-i Tebrîzi ile karşılaştı… Şems-i Tebrîzi Hazretlerinin Mevlana Celâleddin üzerindeki tesiri, külle kaplanmış bir ateşi ortaya çıkarmaya, üzeri örtülmüş bir güzellik üzerinden perde ve peçeyi kaldırmaya benzer.
Eflâkî Dede, Menâkıbü’l-Ârifin isimli kitabında Şems Hazretlerinin nasıl bir hakikat ikazcısı olduğunu şöyle anlatıyor:
Bir gün Vezir Nasîrüddin hangâhında büyük bir merasim vardı. Bir zâta şeyhlik rütbesi vereceklerdi. Bütün ulemâ, meşâyih, ârifler, fâzıllar, ümerâ orada hazır idiler. Her biri, muhtelif ilim ve fenlerde sözler söylüyor ve tatlı sohbetlerde bulunuyorlardı. Bir köşede murakabeye dalmış olan Şems-i Tebrizî birdenbire kalktı ve onlara: “Ne zamana kadar şundan bundan rivayet edip; övünecek ve atsız eğere binip erlerin meydanında koşacaksınız? İçinizde ‘Kalbim bana Rabbimden şu haberi veriyor’ diyecek yok mu? Ne zamana kadar başkalarının âsâsı ile ayakta yürüyeceksiniz?’ dedi. Sonra da “Hadisten, tefsirden, hikmetten v.s. den naklen söylediğiniz sözler, o zamanda yaşayan ve her biri kendi akrânı arasında erlik makamında oturan ERLER’în sözleridir. Onlar kendilerine gelen haberlerden anlatırlardı. Madem ki, bu ASRIN ERLERİ sizlersiniz, o halde, sizin sırlarınız ve sözleriniz nerede?”
Mevlana Celaleddin Hazretlerinin yaşadığı zaman, İslam âleminin ictimaî nizamının Moğol işgal, istila ve baskısının altında tamamen sarsıldığı bir zamandı. Moğolların önünden kaçan âlimler, sanatkârlar, şeyhler, dervişler, o zaman sığınılacak bir yer, bir dâr’ül-amân arıyorlardı. O devirde bu yer, hiç şüphesiz Büyük Alâeddin Keykubat’ın memleketiydi. Bu Sultanın idaresinde Anadolu, 95 kadar kervansarayı ile, büyük ticaret yollarının kavşak noktası olmasıyla, dârüşşifâları, medreseleri, büyük ilim-fen müesseseleri, âsâyiş ve emniyetiyle o günkü dünyanın hem gıbtasını, hem de tamah ve hırsını çeken bir diyardı. Moğolların önünden kaçanlar, arkalarında harap olmuş şehirler, sönmüş hânümânlar, mahvolmuş dünya saltanatları bırakıyorlardı. Bir gün evvel sultan olanlar, öbür gün köle; zengin olanlar da fakir, dilenci oluyordu.
Bu yıkımlar karşısında İslam ümerasının, idarecilerinin ümidleri kırılmıştı. Yukarı tabakadan avam halka kadar bir karamsarlık hüküm sürüyordu. Putperest bir kavim olan Moğolların Âlem-i İslamın koskoca medenî devletlerini ve saltanatlarını yıkarak, onlara hâkim oluşları, idarecilerle bir kısım halkın ümitlerini hatta İslâmiyete olan inançlarını sarsmıştı. İşte böyle bir hengâmede, Mevlana Hazretleri gibi büyük mürşidler zuhur etmeye başladı. Bu mübarek zatlar, büyük Haçlı orduları karşısında savaşmış, İznik müdafaası, Eskişehir muharebeleri, Konya civarı harpler, Bolkar dağı savaşlarını vermiş, âdeta teşekküle ulaşmış bir vatan telakkisine sahip Anadolu çocuklarına BU VAZİYETİN BİR İMTİHAN OLDUĞUNU, İSLÂM'IN YİNE MUZAFFER OLACAĞINI telkin ediyorlardı. İşte bu mürşidlerden biri ve belki de en büyüğü Mevlana idi.
Mevlana Hazretleri, Moğolları, Anadolu’nun diğer büyük mânevî mürşidleri gibi kâfir olarak değil, istikbaldeki Müslümanlar olarak görüyordu. Bundan dolayı bir şiirinde şöyle söylemişti: “Sen Tatarlar’dan korkuyorsun, Allah’ı tanımıyor demektesin; ben ise onlara (İslamiyetin güzelliklerini göstermek için) iki yüz iman sancağı ile hücum ediyorum.” Nitekim Abaka’nın hanımı ve Selçuklu Prensesi olan Hudâvend Selçuk Hâtun’un terbiye ettiği Mahmud Gâzân Han İslamiyeti kabul edince, Mevlana Hazretlerinin torunu Ulu Ârif Çelebiyle görüşmeyi arzu etmişti. Eflâkî’nin rivayetine göre Ulu Arif Çelebi Tebrize gelince, M. Gâzân Han’ın bir yakını kendisine onun büyüklüğünden bahseder. Hân da daima sohbetinde bulunan şeyh efendilerine Mevlânâ Hazretlerinin hallerini sorar. Onlardan Necmeddin Atabek, Hazretin keşif ve kerametlerinin büyüklüğünden bahseder ve delil olarak da Han’a yukarıda zikrettiğimiz şu beytini okur:
“Ben Yârin (Cenab-ı Hakkın) küpünden bir kadeh erlik şarabı çıkarırsam, iki dünyanın bütün güzelliklerini ortadan kaldırırım. Sen Allah’ı tanımadığın için Tatar’dan korkuyorsun. Fakat ben ikiyüz iman sancağıyla Tatar tarafına hücum ederim.”
M. Gâzân Han, bu şiirler için bir cübbe yaptırılmasını, üzerine bu beyitlerin yazılmasını ve altın sırma ile işlenmesini emreder. Tahta oturduğu zaman bu cübbeyi daima giyer ve “Mevlana Celâleddin Rumî, bu gazeli benim için yazmıştır. Çünkü bu zamanda Moğollar arasında iman bayrağını ben kaldırdım. Bu Tatar tâifesi bu zamanda Müslüman oldu.” diye övünürmüş. Yine sonradan İlhan olan Keyhatu da Konya’yı yağmalamak isterken, rüyasında Mevlânâ Hazretlerini görerek, bundan vazgeçer, ayrıca uyanıp tevbeler eder. Sonra da ziyaretine gider.
Evet askerlerin yapamadığını, köşelerinde oturan o büyük mürşidler Allah’ın inayetiyle yapmışlardır.
Tarih bir nevi, yani ayniyle değil de misliyle tekerrür eder. Yaşadığımız sürece bazı yönleriyle benzeyen o günlerden, bilhassa büyük mürşid Mevlana Hazretlerinin yaptıklarından ibret alalım. Bilhassa günümüz Mevlanasının, Şefik Can’ın Mevlana Hazretleri üzerine yazdığı kitabın takdimi için kaleme aldığı şaheseri de okumayı unutmayalım.
Çünkü bugün Hz. Mevlana’yı nasıl anlamamız gerektiğini de öğrenmiş oluruz.