Tarihî Kestanepazarı Camiinin bünyesinde Kur’an Kursları daha sonra da İzmir İmam-Hatip Okulunda okuyan öğrenciler için açılan yurtta, gerçekten değerli hocalarımız tarafından İslamî ilimlerle ilgili dersler verilirdi. Yaz tatillerinde de bu yurt açık kalır, aşağı-yukarı iki, iki buçuk ay kurslar ve dersler devam ederdi. Tabii, esnafın çocukları da dıştan Kur’an öğrenmeye gelirdi. Tarihi bir câmi olduğu için turistler de gelirdi. İzmir sıcak bir iklime sahip olduğu için yazın şiddetli sıcaklıklar da olurdu. Yaz-kış aynı mekanda bulunmak bu yaz kurslarını öğrenciler için bazen sıkıntılı hâle getirebilirdi.
1966’ta İzmir’e, Ege Bölgesi Umumî Vaizi ve Kestanepazarındaki İzmir İmam-Hatip ve İlahiyatta Öğrenci Yetiştirme Derneğinin Yurdunun da Müdürü olarak Muhammed Fethullah Gülen Hocaefendi gelince bu durumları yakından gördü. O, sadece Kur’an Kursunda, İmam-Hatipte ve İlahiyatta okuyan öğrencilerle değil, onlarla beraber bütün okullarda ve üniversitelerde okuyanlarla da ilgilenilmesini istiyordu. Sadece din eğitimine odaklanmış bu iyi niyetli insanlara bir anda geniş projeyi anlatıp kabullendirmek kolay değildi.
Hocaefendi bu hususta ilk adımı 1968’te İzmir’de Buca-Kaynaklar Köyü ortasında açılan bir kampla atmış oldu. Kurs idarecileri buna istekli olmadıkları hatta bazıları karşı oldukları için tam desteği vermediler. Hocaefendi çadırları öğrencilerle beraber kendisi kurdu. Tuvalet çukurlarını kendisi kazdı… Aşçı yoktu, ekmek yoktu ve diğer yiyeceklerin hiçbirisi yoktu… Yemek kazanlarını İstanbul’dan Mustafa Birlik ve Mehmet Uslu Ağabeyler yaptırıp getirmişlerdi. Odunları, dağdan taştan öğrenciler toplayıp getiriyorlardı. Aşçılık Hocaefendi'nin üzerinde idi. Ekmek ve diğer erzak nereden temin edilecekti?
O günleri anlatırken Muammer Türkyılmaz şöyle diyor: “Aydın’dan lise mezunu olarak İzmir İktisat Fakültesine geldim. İnancımız var, Müslümanız ama inkâr içine düşmüş hocaların ve arkadaşlarım bilhassa “evrim teorisi” üzerine ileri sürdükleri şüpheli sorulara cevap veremiyoruz. Ben bu problemi halletmek için İzmir Müftülüğüne başvurdum. Müftü Ahmet Karakullukçu’ya derdimi anlattım. O, bana ‘Evladım, bizim Kestanepazarı Camiinde vaaz eden değerli bir vaizimiz var. O, senin gibi gençlerle ilgileniyor ve sorularına cevap veriyor. Sen benim selamımla onun yanına git ve tanış.’ dedi. O hafta görüşemedik. Sonra tanıştım ve hem vaazlarını hem sohbetlerini dinlemeye başladım. Kamp açılınca da kampa gittim ilk gündü. Hocaefendinin çadırında Mustafa Birlik ve Mehmet Uslu Ağabeyle beraber oturuyorlardı. Hocaefendi “Bu kadar talebeyi buraya getirdik. Dernekten bir destek yok. Ben bunlara ne yedireceğim?” dedi. Onlar “Hocam, ne kadar bir masraf gerekir?” deyince, Hocaefendi: “Talebe sayısını ve iki buçuk aylık kamp müddetini de hesap ederek ’40-50 bin lira civarında!..’dedi. Onlar ‘Hocam siz bunları düşünmeyin, biz dükkanımızı bile satar, bu parayı buluruz. Siz ilimle meşgul olun, talebeleri yetiştirin. Erzak v.s. işi bizim meselemiz.’ dediler. Ben Cuma günü, Kemeraltı Camiinde bir Kur’an Kursuna yardım için iki lira, iki buçuk liradan fazla vermeyen cemaat için 25 lira verdiğim için kendimi bir şey zannediyordum. Ağabeyler ömrü hayatları boyunca dişleriyle tırnakları ile geldikleri noktadaki bütün birikimlerini hiç düşünmeden vermeyi teklif ediyorlardı!..” Gerçi daha sonra buna gerek kalmadı…
Kamp günleri çok güzel geçiyordu. Hocaefendi İmam-Hatip talebelerine Arapça, Hadis, Fıkıh, Tefsir gibi dersler veriyordu. Lise ve üniversite talebeleri, Kur’an ve İlmihal dersleri alıyorlardı. Bol bol Risale-i Nurlar okunuyordu.
M. Fethullah Gülen Hocaefendi, “Kamplarda Zaman” başlıklı yazısında o günleri şöyle anlatıyor: “Kamplarda geçen ayları, haftaları, günleri değil; bir tek gün, bir tek saati dahi anlatmaya kalkışsak anlatamayız. Nasıl anlatabiliriz ki, o, bütün benliğimize sinen, derinlemesine ruhlarımızda yaşanan ve uhrevî hazlarıyla tasavvurlarımızı aşan hayatın tam cennetiydi… Bahar bulutları üzerimizden gelip geçen her dakika, başımıza geçmişten hâtıralar yağdırır… Bizler de, bu mâvi hülyâlar içinde kendimizi geleceğin aydınlık yamaçlarına atar… Şanlı mâzideki günleri, kendilerine has ışık, renk, deseni kostüm ve şivesiyle en canlı şekilde bir kere daha yaşar… Zaman zaman hâlihazırdaki güzellikleri; hâtıraların renkleri, ideallerin ışıklarıyla daha da derin hisseder, hatta bazen birkaç dakika gibi en dar zaman dilimi içinde, duygu ve düşüncelerimizi sonsuzluğun, sınırsızlığın sardığını duyabilirdik…
“Her gece seherin bağrında ve üns esintileri içinde, su sesi, yaprak hışırtısı, kuş cıvıltsı, bazen de tatlı bir meltemle uyanır; âh u enîn dinlemeye teşne (susamış) seccadelere koşar ve berzah koridoru için hazırlayıp, gecenin koyulaştığı demlerde ışığına koştuğumuz meşâleyi bir daha lebriz eder… Sonra da imanlı gönüllerin kabirde haşri bekledikleri gibi güneşin doğuşunu beklemeye koyulurduk…”
Bütün her şey, bunlardan ibaret değil, inşaallah daha sonra da Hocaefendinin bu şaheser yazısının üzerinde duracağız…