ABD Başkanı Trump’ın yeni bir açıklaması düştü Pazar günü (3.3.2019) ajanslara. Washington’da Cumhuriyetçiler tarafından organize edilen Muhafazakâr Siyasi Eylem Konferansı’nda konuşan Donald Trump, ülkesinin kendinden önceki Ortadoğu politikaları üzerinde durmuş ve buna yönelik bazı eleştiriler getirmiş. Mesela şöyle demiş: “Biz Ortadoğu’ya son yirmi yılda 7 trilyon dolar harcadık ama ışıklarını kapatmadan uçağımızı indiremiyoruz. Bu çok kötü.”
Konuşmasının devamında, Aralık ayı sonlarında Noel’de ziyaret ettiği Ayn el-Esed hava üssünü ise övmekten geri durmamış ve şöyle demiş: “İniş yaptığım hava üssü ne inanılmaz bir şey. Onu inşa ederken 3 milyar dolar harcamışızdır. Iraktan çekilmek istemememin bir nedeni de bu. Nasıl bırakacaksın ki onu?”
Trump’ın sadece yukarıda aktardığım iki cümlesi üzerinden birçok okuma yapılabilir elbette. Ülkesinin son çeyrekte yürüttüğü Ortadoğu politikasının bir fiyaskodan ibaret olduğunu ve faturanın hayli kabarık olduğunu ifade eder mahiyette bu açıklamalar. Evet, gelinen noktada Irak paramparça olmuş durumda. Ülkedeki ideolojik ve etnik kamplaşma had safhada. Bir taraftan Sünniler hallerinden hiç memnun değilken, diğer taraftan ülkenin kuzeyindeki Kürtler ile merkezi hükümet sürekli kavga halinde. Türkmenler ve diğer etnik unsurlar da hallerinden hiç memnun değiller. Ülkedeki İran etkisi her geçen gün artıyor. Başta Bağdat olmak üzere, Irak şehirleri tam bir şiddet sarmalında. VIII. yüzyılda Abbâsî Halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr tarafından Dârüsselâm adıyla kurulan (m. 766), daha sonra Medînetüsselâm adını alan Bağdat’ta barış ve esenlikten iz yok. Topyekûn bir ülke, hiç olmadığı kadar cepheleşme, kargaşa, gerilim, kan ve göz yaşına sahne. Bir diğer taraftan egosantrik bir üslupla söylenen yukarıdaki sorunlu cümleler, söz konusu uçakların neden ışıkları kapatılmaksızın iniş yapamadıklarının gerekçesini de ifade eder mahiyette.
Her neyse…
Bu sözleri okuyunca özellikle Irak’ta ve daha sonra Suriye’de ortaya çıkan ve son yıllarda DEAŞ tarafından sıkça gündeme getirilen bir olgu olan “Sahavât Konseyleri” olgusu zihnime düştü. Çünkü Trump’un konuşmasında bahsettiği Anbar, 2006 yılından itibaren sahve meclislerinin ilk olarak tesis edildiği yer olarak biliniyor. Irak Cumhuriyeti’nin batısında bulunan ve yüz ölçümü itibariyle en büyük eyaleti olan bu Anbar’ın nüfusunun çok büyük çoğunluğunu Sünnîler oluşturmakta ve başkenti de Ramâdî. İlginçtir, Trump’un konuşmasında işaret ettiği ve “3 milyar dolar harcamışızdır, nasıl bırakalım da gelelim?” dediği Ayn el-Esed hava üssü de burada, Anbar’da bulunmakta.
2006 yılından itibaren, Irak ve Suriye’de meydana gelen iç karışıklık ve süre gelen kargaşa ortamında gündeme gelen kavramlardan birisi de Sünnî Arap aşiretlerinin uyanışını ifade etmek üzere kullanılan “mecâlisü’s-sahve” tabiridir. Bu tabir “mecâlisü’l-isnâd” veya mecâlisü’l-inkâz” şeklinde de ifade edilmiş ve sonuçta “es-sahavâtü’l-aşâiriyye” şeklinde kavramsallaşmıştır.
Sahavât düşüncesinin büyük ölçüde Sünnî Arap aşiretleri arasında yaygınlık kazanması, ıstılâhî bir kavram olarak geniş kitlelerce tartışılması ve hatta Twitter’da birçok kez hashtag olarak gündeme gelmesi ise hep Irak tecrübesinden sonra olmuştur. Görünen o ki, sahve meclisleri aşiret merkezli ve daha çok siyâsî amaçlı birlikteliklerdir.
Irak'ta bulunan Sünnî Arap aşiretler, el-Kaide ve sonrasında DEAŞ gibi oluşumlarla mücadele edebilmek için bu isim altında bir araya gelmişlerdir. Ehl-i Sünnet vurgusu yapan Sahavât mensuplarının; uygulamalarına bakıldığında hâricî ideolojisine yakın bir duruş sergileyen DEAŞ tarafından mürtet olmakla ve Şia’dan daha tehlikeli ilan edilmiş olmaları bizi bu oluşum üzerine yoğunlaşmaya sevk etmiştir.
Öyle anlaşılıyor ki, DEAŞ’ın düşünce çizgisi, ilmi Selefilik olarak bilinen, İslam’ı otantik haliyle anlama ve o şekliyle yaşama çabası olarak nitelenebilecek ana akımdan ayrılarak şiddet ve tedhişi esas alan politik bir tür “Selefizm”e dönüşmüştür. Zaman zaman medyada ve akademik dünyada hareketin bir yönüyle neo-hâricîlik olarak tanımlanabilecek bir İslam yorumunu çağrıştırdığı iddia edilse de aslında İslam dininde ve medeniyet arka planında hiçbir yeri olmayan yepyeni bir vak'a ile karşı karşıya olduğumuz aşikâr. Öyle ki, DEAŞ’a göre ehl-i sahve’den olan bir kişi bir Şîî ile kıyaslandığında öldürülmeye daha layık konumda olabilmektedir. Zira onlara göre Şia’nın durumu zaten bellidir. Onlar, sahve mensuplarının Hristiyan olan ABD ile ve İslam’ın dışında bir yorum olan Şia ile işbirliği içinde olduklarını ve bu sebeple mürtet konumuna düştüklerini iddia etmektedirler. Buna göre Şîî bir kişi zaten Müslüman olmadığı için öldürülme önceliğini ehl-i sahve’ye kaptırmış (!) bulunmaktadır.
DEAŞ tarafından bu derece öfkeyle karşılanan sahavâta, görünen o ki Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişki biçimleri ve Şiî temalı Irak Hükümeti ile yer yer birlikte hareket etmeleri sebebiyle Irak ve Suriye’de bulunan mutedil birçok Sünnî Müslüman da şüpheyle yaklaşmışlardır.
Sahavât meclislerini Anbar’da ilk olarak tesis eden kişi, oluşturulan Anbar Uyanış Konseyi’nin başkanlığını üstlenen Abdüssettâr Ebû Rîşa’dir (ö. 2007). Abdüssettâr Ebû Rîşa er-Rîşâvî, Ramâdî’nin en büyük aşiretlerinden birisi olan Benû Rîşa Aşireti’ne mensup ve bu aşiretin lideri konumundadır. Ebû Rîşa, bölgede bulunan diğer aşiretleri Amerika Birleşik Devletleri ve Şîî Irak Hükümetine karşı sürdürdükleri silahlı mücadeleyi sona erdirmeye teşvik etmiş, içerdeki direncin kırılmasında etkili olmuştur. O, iç savaşın bu şekilde sona ereceğini ve sivil ölümlerinin önüne geçilebileceğini savunmuştur. Bu maksatla Anbar’da güvenliği sağlamak maksadıyla sayıları 60.000’e yaklaşan ve aşiret fertlerinden oluşan yerel bir polis teşkilatı kurmuştur.
Bu güvenlik güçleri ardından DEAŞ ile fiili savaşa girişecek ve Anbar Vilâyeti’nin DEAŞ’tan temizlenmesinde etkin rol oynayacaktır. Anbar’da DEAŞ etkisini kıran Abdüssettar Ebû Rîşa söz konusu aşiret sahvesinin zaferini ilan edecek ve ihtifal düzenleyerek, elinde silahıyla yöresel Cûbî halk oyununu icra ederek kameralar önünde görüntü verecektir.
Sahve meclisleri daha sonra Anbar bölgesinden başkenti Bakuba olan Diyâlâ, başkenti Tikrit olan Salahaddin ve başkenti Musul olan Ninova eyaletlerine sıçramıştır.
Bu meclislerin takip eden süreçte Bağdat’ın birçok bölgesinde de kurulduğu görülmektedir. Bağdat’ın banliyölerinden Dûra, Bağdat’a yakın bir ilçe olan Fellûce’nin kazası olan Âmiriyye, Bağdat’ın güneyindeki Seydiyye, yine Bağdat’ın semtlerinden olan Hadrâ, Yermük, Mansur, Câmia, Gazzâliyye, ‘Azamiyye el-Fazl gibi merkezî mahallelerde yayılmasının yanında, Bağdat’ı çevreleyen batı, güney ve kuzey bölgelerinde Sahavât meclisleri tertip edilmiştir. Sayılan yerlerin dışında Irak’ın birçok yerinde Sahavât toplantıları düzenlenmiştir.
Neticede es-sahavâtü’l-aşâiriyye ile birlikte Anbar bölgesi olmak üzere, aşiretlerin güçlü olduğu yerlerde el-Kaide ve onun uzantısı olan DEAŞ’ın gücünü büyük ölçüde kırıldığını ve bu örgütlere mensup kimselerin buralardan temizlendiğini söylemek mümkündür. “Büyük ölçüde” dedim, çünkü DEAŞ da sürekli strateji değiştiriyor. Son zamanlarda savaşını hücresel cihada dönüştürmüş durumda. Mesela Irak güvenlik birimleri, Trump’un son konuşmasında vurguladığı Anbar’daki ABD hava üssü Ayn el-Esed’e çölden fırlatılması planlanan üç füzeyi bu ayın başında (Şubat) etkisiz hale getirdi.
Bu bağlamda akla değişik sorular geliyor. Acaba Sahavât’ı nasıl okumak ve değerlendirmek gerekir? Sahavât olgusu pratik sahada Irak Sünnîlerini nasıl etkilemiştir? Sahve/uyanış kelimesinin kavramsal temellerini de hesaba katarak, Sahavât meclisleri tecrübesinden ne gibi sonuçlar çıkarmak mümkündür?
Konuya biraz daha yoğunlaşmayı gerektiren sorular…