Bir dönem “sorumluluk” kelimesine etimolojik çerçevede odaklanmıştım. Dil devrimiyle birlikte türetilmiş, yeni mahsul bir kelime olması sebebiyle ilk başta bu kelimeyi soğuk karşıladığımı da peşinen söylemeliyim. Hele bir de karşısında dağ cesametinde duran “mesuliyet” kavramını düşününce, önyargım daha da artmıştı. O gün zihnimde ötelediğim sorumluluk kelimesi kaderin cilvesine bakın ki şimdilerde bu yazıya başlık oldu...
Semantik açıdan bakıldığında “sorumluluk” kelimesinin ilginç bir yönü çıkıyor karşımıza. “Sorumlu olmak” ile yapay olarak üretildiği mastar olan “sormak” arasında dil açısından güçlü bir anlam bağı var. Sormak, “birine soru yönelterek herhangi bir konuda bilgi istemek, sual etmek” demek. Sorumlu olmak ise, “günahıyla-sevabıyla bir hususun vebalini taşımak, o iş hakkında sorgulanabilir ve kendisine soru sorulabilir olmak” anlamlarına geliyor.
Sorumluluk kelimesinin bizim dînî-örfî geleneğimizdeki karşılığı ise “mesuliyet”. Benzer anlam bağı, burada da söz konusu. Kelime “soru sorabilme” ve “sorgulanabilme” anlamları üzerinde yükseliyor. Soru sorana sâil, kendisine soru yöneltilene mes’ûl, ve “soru”nun kendisine de mes’ele (mesele) denmiş.
Gariptir, sormak ile sorumlu olmak arsındaki bu bağ, dil devrimi sürecinde oluşturulmuş. Anlaşılan o ki mesuliyet kelimesinin Arapçadaki mana çerçevesinin bu yeni kelimede korunmasına özen gösterilmiş. “Sorumlu olma” irticali olarak gelişigüzel seçilmemiş. Manada intikal söz konusu. Cumhuriyet dönemi dil devrimini ve eksikliklerini tartışırsınız o ayrı konu. Ama –en azından sorumluluk kelimesi özelinde- belli hassasiyetlerin korunmaya çalışıldığı anlaşılıyor.
Hangisini ele alacak olursanız alın her iki kelimede de (sorumluluk ve mesuliyet) ortak nokta, bir hususta sorgulanabilir olma durumu. Sorgulanabildiğiniz ölçüde mesul oluyorsunuz, mesul olduğunuz ölçüde sorgulanabiliyorsunuz.
Ahlâk nazariyelerinin tamamına göre dünyada sorumluluk ilkesine dair kaygı taşıyabilen yegâne varlık insan. Çünkü o, diğer canlılarda olmayan iki yetiye sahip: akıl ve irade. Bu iki kabiliyet onu özgün hale getiriyor. Aklımız ve irademiz yardımıyla kendimize ait değer/değersizlik yargıları oluşturuyoruz. Hayata ve olaylara karşı bakış açıları geliştiriyor, tarzlarımızı inşa ediyoruz. Elbette sorumluluklarımız bizleri bağlıyor. En başta Allah’a karşı, O’nun buyrukları bağlamında yükümlülüklerimiz var. Aşkın bir otorite tarafından belirlenmiş bu sorumluluklar alanına “din” diyoruz. Yaratıcı tarafından sınırları belirlenen bu genel sorumluluk sahası, inanma olgusu ile son derece ilintili. İnanma sorumluluk duygusunun bir neticesi mi? Yoksa sorumluluk duygusu, inanmayı netice veren potansiyel bir yetenek mi? Üzerinde durulası sorular bunlar. Zira inanmak da yeterli olmuyor çoğu defa. Şuur gerekiyor. Şuur ise sorumluluk ile son derece ilgili. O yüzden “sorumluluk duygusu” tamlaması boşuna kullanılmıyor. Türkiye’de iyiden iyiye tefessüh etmiş siyasal islamcıları ve sergiledikleri koflukları gördükçe salt “inandım” demeyi yetersiz bulur oldum. Sorumluluk şuurunu, sadece din üzerinden değerlendirirseniz de bir şeyler eksik kalıyor. Ama kesin olan bir husus var ki bütün dinler, sorumluluk duygusunu salık veriyorlar. Tabi ki İslam da sorumluluk duygusu blokajı üzerinde yükseliyor. İnanç haddizatında bir şuur meselesi. İnancın şuur ile bağını kestiğinizde her türlü ahlaki yozlaşmayla açık hale geliyorsunuz.
Sorumluluğun hem enfüsî hem de afaki yönü var. Enfüsî derken insanın iç dünyasını ve ruh âlemini kuşatan kişisel/vicdani duruşu kastediyorum. Sâlim bir fıtrat sorumluluğun ağırlığını iliklerine kadar hisseder. “Fetva verenler sana ne fetva verirlerse versinler, sen yine vicdanına danış” (Dârimî, “Büyû?”, 2) ve “Kötülük senin içine sıkıntı veren şeydir” (Müslim, “Birr”, 14) hadisleri vicdan ahlâkına sahip bir fert için o kadar değerli ki! Bir de âfâki/sosyal yönü var sorumluluk ilkesinin, dışa bakan. Toplum değerleri bakımından bakarsanız içtimai sorumluluk diyebilirsiniz. Bu açıdan, “Hepiniz çobansınız. Hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Âmir memurlarının çobanıdır. Erkek ailesinin çobanıdır. Kadın da evinin ve çocuğunun çobanıdır. Netice itibariyle hepiniz çobansınız ve hepiniz idâre ettiklerinizden sorumlusunuz” (Buhârî, “Cum‘a” 11, Müslim, “İmâre” 20) hadisi, sorumluluk prensibinin sosyolojik temellerini inşa ediyor. Bireyi sosyal çevresine karşı sorumlu kılıyor.
Öyle zannediyorum ki, hem bireysel hem de sosyal bazda önemli bir ilke olan sorumluluk duygusunun, hem bireyleri hem de sosyal hayatın bütün katman ve kurumlarını içine alacak şekilde yeniden ele alınması önem arz etmekte. Modern dünyanın dikte ettiği bencil bireyselliği açmanın iksiri de sorumluluk duygusu olsa gerek.
Bireyselliği hepten ötelemeyen ve her bir ferde kendisini ifade etme imkânı tanıyan kolektif bir şuura, o şuur tarafından kuşatılan nitelikli bir mesuliyet duygusuna hava kadar, su kadar ihtiyaç var…