İki kardeştiler...
Yağmurlu, serin bir sonbahar günüydü. Hazan mevsiminde, özlem kokan şehirde yolları birleşmişti. Bin bilinmeze açılacak bir kapının eşiğinde ve can alıcı ayrılıkların arifesindeydiler.
Kader birliği etmişlerdi, her şey geride kalacaktı.
Dertle harmanlanmış sade hayatlarını hep didinerek geçirmiş, Anadolu yorgunu bir ebeveynleri vardı arkalarında. İkişer cüz Kur’ân okuyamadıklarında o günlerini yitik sayan, gecelerin karanlığını secdeleriyle aydınlatan, öpülesi ellerinden tespih, safi gönüllerinden yakarış eksik olmayan, derviş ruhlu bir anne, baba. Emniyet ve asayişin hep temsilcisi olmuş ve öyle de evlat yetiştirmiş, mütevekkil, hak dostu… Sürgün yollarına revan olacak ciğerpareleri, ellerini öpüp rızalarını arz edecek imkânı bile bulamamışlardı. Polis, bir gece sabaha karşı evlerini basmış, görevliler her yanda didik didik biricik yavrularını aramışlardı. Acınası bir polis şefi, seccade yorgunu anneyi bir köşeye sıkıştırmıştı. “Bak teyze” diyordu. “Çabuk çocuklarının yerini söyle! Yoksa seni hapse götüreceğiz!” Bu bir tacizdi, haddi aşmaydı. Bir köşede ayakta bekletilen masum kadın, yaşadığı dehşetin etkisiyle –affınıza sığınarak- küçük abdestini altına kaçırmıştı. Donuklaşmıştı gözleri. Kurumuştu göz pınarları. Baba için söze ne hacet?
Gözyaşlarını içine akıtırdı o, bir kenarda. Sessiz ama vakur. Yıkılmıştı başlarına dünyaları, ahir ömürlerinde.
Geçen günlerde, “kâğıttan kaplan” Süleyman bakanın “ucuz” bir polisi, bir bayanı herkesin önünde fütursuzca taciz etti. Her şey o kadar açıktı ki! Kapalı kapılar ardında, nezarethanelerde, hapishanelerde olup bitenleri düşünmek bile istemiyorum. Bakan hâlâ tâcizci polise “evladımız” diyebiliyor, “karga tulumba içeri istiflerken oldu” diye höykürebiliyor, “babası falanca” , “kardeşi filanca” diye yaftalayabiliyor. Ve bunu –şayet varsa- “suçun şahsiliği” ilkesini en fazla savunması gereken kişi yapıyor. Devrilesi vicdan, fukaralığı! Antrparantez, “bu utanç bana değil, devletin polisine aittir” diyebilen hanımefendiyi saygıyla anmak gerekir.
Konumuza dönelim…
Geride kalacaklar elbette sadece ana-babadan ibaret değildi... Evlad ü iyallerini, canlarının yongası çocuklarını, cennet kokulu bebeklerini, akrabalarını, arkadaşlarını, dostlarını, işlerini, kariyerlerini, sosyal statülerini, kazanımlarını ve daha birçok şeyi artlarında bırakacaklardı…
Amacım acı da olsa bir sahneyi yâd etmek ve böylelikle konuya bir giriş yapmaktı. Sözü uzattım.
Vatanlarında son günleriydi. Misafirdiler, bir vefalıda. Ev sahibi dost, kahvaltı hazırlamıştı. Birazdan yola çıkılacaktı. Patatesli yumurtası eksik olmayan, mütevazı bir kahvaltıydı. Kahvaltı masasında süzülen bir sineği fark ettiler. Yıkılmadım ayaktayım edasıyla ve mecburiyetin getirdiği bir pervasızlıkla, sofrada tabaktan tabağa sakince pike yapan bir kış sineği. En sonunda, çilek reçeline de musallat olunca kardeşlerden büyük olan; parmaklarını birbirine kenetlemiş, sağ eline kepçe şeklini vermiş ve ani bir kavrama hareketiyle sineği yakalayıvermişti. Sinek avucunun içindeydi. Niyeti elbette öldürmek değildi. Bir refleks olarak yakalayıvermişti. Tam o esnada küçük kardeşin dilinden de şu cümleler dökülecekti: “Abi sakın ha zarar vermeyesin! Onun da bir canı var, yazık.” O kadar tasanın yanında, bir de kış sineği dert olmuştu. Dışarıya salsalar ölecek, sofrada bıraksalar kendilerine yine musallat olacak! Kıyamadıkları o kış sineğini evin bir köşesinde serbest bıraktılar.
Hayatlarında hiçbir zaman “şiddetten yana” ve “gerilime taraf” olmamış, bir sineğe bile zarar veremeyecek bu iki kardeşten biri “silahlı terör örgütü kurucusu ve yöneticisi olmakla”, diğeri de “silahlı terör örgütü üyesi olmakla” itham edilmişlerdi. Haklarında yakalama kararı çıkartılmıştı.
Çetin günlerden geçiyoruz. İfritten bir süreç. Can yakıcı bir dönem. Aldatıcı günler…
Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem bir gün; “Bir dönem gelecek, insanlar “aldatıcı günler” yaşayacaklar. O günlerde yalancıların söyledikleri doğru, doğru sözlülerin söyledikleri ise yalan kabul edilecek. Hain kimselere itimat edilecek. Emin olanlar ise hainlikle itham edilecek. O günlerde, Ruveybida konuşur hale gelecek” buyurmuşlardı. Sahabe Efendilerimiz radiyallâhu anhüm; “Ruveybida da kimdir ey Allah’ın Resûlü?” diye sormuşlardı. Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem; “Onlar, toplumu ilgilendiren konular hakkında söz sahibi haline gelmiş olsalar da aslında sefih olan kimselerdir” cevabını vermişlerdi. Metnini Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned’inden aldığım (XIII, 291) bu rivayet için kıymetli muhaddis ve muhakkik rahmetli Şuayb el-Arnaûd (ö. 2016) “hasen” hükmü vermiş. Yani muteber bir rivayet ile karşı karşıyayız.
Ben bu hadis-i şeriften, “kamu vicdanının ciddi hasar göreceği günlerin geleceği” şeklinde bir okuma yapıyorum. Fertlerdeki “bilinçsizlik” probleminin külliyet kesp etmesi ile birlikte, toplumsal refleksler reel çizgiden sapacak. Efkâr-ı âmme, sübjektif bir düzleme kayacak. Toplum hafızasında sanal bir gerçeklik inşa edilecek. Sonuç olarak, sabah-akşam “çöp” mesabesindeki “parti bültenlerine” maruz bırakılan halk yığınları, aslında kendilerine karşı en büyük cinayetleri işlemiş ve işlemekte olan çapsız bir kısım siyasetçilerin masallarına değer atfetmeye başlayacaklar ve adeta “sıradanlığın muhafızı” kesilecekler. Toplum mühendisliği ve türlü çarpıtmalar öyle bir noktaya varacak ki, artık “ortak akıl” veya “kolektif bilinç” diye bir şey kalmayacak. Hadisteki “ruveybida”, kelimesi “havuz medyası” ile birlikte ele alınır ve düşünülürse, yaklaşımım daha net anlaşılır diye düşünüyorum.
Vicdan mekanizmasının bu derece erozyona uğradığı bir toplumda elbette ak ile kara, doğruyla yanlış, hak ile bâtıl birbirine karışacaktır. Yalancılar doğru, doğrular yalancı, hainler sadık, sadıklar hain kabul edilecektir.
Mehmed Âkif Ersoy merhum, dinî-akademik bir kuruluş olan Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye’de başkâtiplik görevini icra ettiği günlerde (1918), ma‘şerî vicdandaki çölleşmeyi görenlerdendi. Buna işaret sadedinde şu satırları dillendirecekti:
Şu milyonlarca îman “nehye kalkışsam” demez, ürker!
Ömürlerdir bir alçak zulme miskin inkıyâdından,
Silinmiş emr-i bi’l-ma’rûfun artık ismi yâdından.
Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde...
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!
Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bî-medlûl;
Yalan rayiç, hiyânet mültezem her yerde, hak meçhûl.
Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr;
Nazarlardan taşan ma’nâ ibâdullâhı istihkâr.
Beyinler ürperir, Yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış, ne îman, din harâb, îman türâb olmuş!
Mefâhir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl...
Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, kalmaz istiklâl!
Günümüzde de pek bir şey değişmemiş görünüyor, bu topraklarda. Ve istibdat yine geçer akçe. Vicdan ise yitik bir hazine! Kürt siyasal hareketi mensuplarından liberallere, gazetecilerden aydınlara, akademisyenlerden iş adamlarına, sanatçılardan sporculara, hizmet hareketine selam verenlerden (politbüro üyeleri ve oligarşik bağlıları hâriç tabi ki) Furkan Vakfı üyelerine, mantı yapan ev hanımlarından üniversiteli öğrencilere kadar çok geniş bir yelpazede, bu ülkenin insanları baskı altındalar ve türlü zulümlere maruz bırakılıyorlar. Ülkemiz topyekûn bir vicdansızlık sarmalında. Hakkaniyet duygusu can çekişiyor. Düşünceleri ne olursa olsun yetişmiş insanlarımız onlar, eğitimli kadrolarımız, aydınlarımız…
Rivayet odur ki, zâhirde ve bâtında hekimlerin piri olan Lokman Aleyhisselam, kendisine yöneltilen; “Edebi kimlerden öğrendin?” sorusuna; “Edepsizlerden” cevabını vermiş. Belki de, insanımızı, duçar olduğu vicdansızlık girdabından çekip çıkarma ve yeniden “kemâl” noktasına ulaştırma adına, vicdansızlardan alınacak dersler vardır. Bu sebeple, vasıflar üzerinden hareket ederek, vicdansızlığın ana parametrelerini ortaya koyabilmek önem arz ediyor.
Hikâye bilindik. Karınca uzun yol hazırlığı yapıyormuş. Görenler, “hayırdır, nereye?” diye sorunca, “hac yolculuğuna” demiş. “Senin ömrün yetmez ki!” demişler. Şöyle cevap vermiş: “Varsın, olsun. Hiç değilse hac yolunda ölmüş olurum.”
Şu bizimki, bir dip dalga oluşturabilme, potansiyel Habîb-i Neccâr’lara ulaşabilme adına bir küçük karınca adımı…
Dr. Ahmet Yılmaz