Ramazan-ı şerif, o kendine has huzur iklimi ile rahmet bulutlarıyla, bereket yağmurlarıyla, afv ve mağfiret pınarıyla, rahmet atmosferiyle gönül kapılarını çaldı.
Nasıl ki insanın, kapısına gelen kıymetli bir misafiri hürmetle karşılayıp muhabbetle buyur etmesi, onu ağırlayacağı mekânı temizlemesi, sofrasını cömertce donatıp misafirine izzet ü ikramda bulunması misafirperverliğinin şanındandır –ki bu gelen misafir, konuk olduğu evde gösterilen ilgi nisbetinde kese kese (külçe külçe) altınlar ve daha başka süpriz hediyeler bıraksa ve bu hediyeler de insanın koca bir ömürde gece gündüz çalışarak elde edemeyeceği ölçüde kıymetli olsa, o misafir nasıl baş üstünde tutulur, hürmetle ikramda bulunulur, en küçük bir eksiklik olmaması için bambaşka bir hassasiyet gösterilir, aynen öyle de; bir mü’min, senede bir ay boyunca gönül kapısına teşrif eden on bir ayın sultanını hürmetle karşılar, iç mekânını (kalbini) maddî ve manevî kirlerden arındırır; gönül sofrasını Mâide-i Kur'an (Kur’an sofrası) ile süsler, donatır ve lâyıkı vechile hürmet ve ta’zim gösterirse, yaptığı her amelin ecrü sevabı binlerle, on binlerle, belki yüz binlerle çarpılır; böylece elde edilecek ihsan-ı İlâhî, insanı bir ömürde ulaşamayacağı
hayırlara, lütuflara, derecelere nail ederek kalbin zümrüt tepelerine yükselmesine vesile olabilir.
Evet, ramazan ayını sadece yemeyi, içmeyi belli bir süre terk etme olarak değerlendirmek eksik ve yanlış bir değerlendirme olur. Zira oruç, başta mideye olmak üzere mide ile birlikte göze, dile, kulağa, ele, ayağa, nefse, düşüncelere ve hattâ hayallere dahi hâkim olabilmektir. Oruç, o zaman hakiki manada oruç olur. Aksi taktirde yani sadece yeme içmeyi terk ile yetinilirse, perhizden ya da Budizm ve başka bâtıl dinlerde de olan
açlık (oruç) ibadetinden bir farkı olmayabilir.
Oruçta, insanın yeme içmeyi terk edip mide ile beraber sair azalarını da kontrol altına alarak nefsini terbiye ederek Allah'a (celle celâlüh) yakınlık kesbetmeyi esas alması gerekir. Çünkü kul, imkanı olsa ve gücü yetse de önündeki hazır nimetlerle iftara kadar el sürmeyerek itaat ile beraber muazzam bir terbiye tezgahından geçer. İnsan, özgür iradesiyle iyi ya da da kötü davranışlara yönelebilir. İnsanın davranışlarını denetleyebilmesi ve kendine hâkim olabilmesi için iradesinin güçlü olması gerekir. Oruç, iradeyi güçlendiren başlıca etkenlerden biridir. Nitekim insan, oruçlu iken acıktığı, susadığı hâlde iradesine hakim olabilmekte ve kendini yemekten, içmekten alıkoyabilmektedir. Demek ki oruç, insanın iradesini de güçlendiren bir ibadettir.
Oruçlu kimse, gün boyunca aç ve susuz kaldığı için yiyecek ve içeceklerin değerini daha iyi anladığından tutumlu olmaya önem verir. Allah’ın (celle celâlüh) verdiği nimetleri savurganca kullanmaktan kaçınır.
Oruç, insanlar arasında yardımlaşmanın, dayanışmanın, yoksulların sorunlarına çözüm bulmanın önemini hissettiren bir ibadettir. Oruç tutarak açlığın ve susuzluğun verdiği sıkıntıları yaşayan insan, yoksulların durumunu daha iyi anlar. Onlara merhametle yaklaşır. Yoksullara zekât, sadaka vererek onların ihtiyaçlarını gidermelerine katkıda bulunur.Oruç, insandaki acıma duygusunu güçlendirir. Oruç tutan kimse, arkadaşları, komşuları ve birlikte olduğu diğer insanlarla ilişkilerinde sevgi, saygı ve hoşgörüyü esas alır.
İşte ramazan ayı rahmetin, şefkatin, inayetin, keremin, bereketin ve nice sürpriz lütufların iliklere kadar hissedileceği, Rabb’in (celle celâlüh) kurbiyetine en büyük vesile olabilecek muazzam bir zaman dilimidir. Bu zaman diliminde Rabbü'l-âlemîn teâlâ ve tekaddes hazretleri âdeta “Yok mu el açıp dua eden, icabet edeyim; yok mu isteyen, vereyim; yok mu hatasına, günahına tevbe eden, affedeyim; yok mu ibadet eden
(hamdeden, şükreden), kabul edeyim; yok mu bana doğru emekleyen, ben ona yürüyerek icabet edeyim; yok mu adım atan ( yürüyen), ben ona koşarak geleyim; yok mu gözlerini haramlardan sakınacak, o gözleleri benim yolumda kullanan, benim Kelâmımı okuyan, onun gören gözü olayım; yok mu kulağını haramdan sakındıran, dedikodu, günah, yalan, mâlâyaniden çekip beni duymaya, Kelâmımı dinlemeye kendini adayan, onun işiten kulağı olayım; yok mu dilini yalan iftira, gıybet, dedikodu, boş sözler konuşmaktan alıkoyup da o dille beni zikreden, ben de onu anayım; yok mu (Kelâmımı okuyarak) benimle konuşan,
ben de onunla konuşayım; yok mu beni ve Resûl’ümü tanıtan, anlatan, ben de onu yeryüzü, gökyüzü ve cennet sakinlerine anlatayım.” diye kullarına seslenir.
Evet, böyle bir bereketli zaman dilimininde, Cenab-ı Hakk’ın (celle celâlüh) “Yok mu kimse!” hitabına “Var ya Rabbi, var ya Rabbi, ben varım!” nidasıyla karşılık verir ve gözüyle, kulağıyla, diliyle, kalbiyle, aklıyla, hayâli ve hülyası ile hasılı maddî ve manevî tüm benliğiyle Rabb’ine (celle celâlah) yönelirse o kul, Allah (celle celâlüh) ile hemhâl ve O’nun mârifetine, muhabbetine mazhar olur. Ve hakiki manada ramazanlaşmayı
başarabilir, Allah’ın (celle celâlüh) izni ve inayetiyle