Bir önceki yazımızda, içinde bulunduğumuz Ramazan ayının ‘Kur’ân ayı’ olması hasebiyle; Kur’ân’a yönelmek, onun ruhunu, ahkâmını anlama gayretinde olmak gerektiğine değinmiştik. Çünkü Kur’ân öyle bir hazine-i İlâhiyedir ki onun mânâ ve muhtevası, i’câz ve ahkâmı hakkında bugüne kadar ifade edilen görüşler, düşünceler, açıklanması adına kaleme alınan ciltler dolusu eserler belki deryada bir damla mesabesindedir. Nitekim Allah (c.c) Lokman Sûresinin 27. ayetinde, “Yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem olsa, yedi denizle desteklenen bir deniz de mürekkep olsa yine de Allah'ın sözleri yazmakla bitmezdi…” buyurarak bu hakikate dikkat çekmektedir. Müslümanın hayatında ihtiyaç duyduğu her şeyi (açık-kapalı) ihtiva eden, hakkı bâtıldan ayıran, insanı sırât-ı müstakîme sevk ederek hidâyete erdiren Kur’ân’ın, tenezzülât-ı ilahî olarak beşere kendi dilinde gönderilmesi, ilk mesajının ‘oku’ olması ve Allah’ın (c.c) Kur’ân’da defâatle “Düşünmez misiniz, akletmez misiniz, tefekkür etmez misiniz?” buyurması Kur’an’ın anlaşılmasının lüzûmunu ortaya koyar.
Hâliyle her şeyde olduğu gibi Kur’ân’a da hakiki manada yönelmenin, onu anlamanın ve ondan istifade etmenin de elbette belli usûl ve kâideleri vardır. Ezcümle:
İnanma- Niyet- Azim
Kur’ân’ı anlamak, onun ‘Allah Kelâmı olduğuna canu gönülden inanmaya, aşkla sevmeye ve ona yakîn derecesinde güvenmeye’ vâbestedir. Bu da niyet ve talebe bağlıdır. İnsan zerre kadar ön yargı taşımadan Kur’ân’a yönelir, ona hüsn-ü niyetle yani manâ ve muhtevasını doğru anlayıp ahkâmını hayatının bütün alanlarında Allah (c.c.) rızası için uygulama amacıyla yaklaşır, bu niyet ve talebini devamlı korursa Kur’ân da o insana hazinelerini açacaktır. Niyetin âlî olması kadar, ‘talepte ısrar, azim, kararlılık ve devamlılık’ da ona karşı duyduğumuz alâkanın göstergesi olarak Mütekellim-i Ezelî’nin icabetini celbedecek ve artık Kur’ân daha bir farklı duyulup okunur hâle gelecektir.
Kalp Safveti
Kur’ân’ın anlaşılmasında en büyük faktörlerden biri de ‘kalp safveti ve zihin berrâklığıdır.’ Kalp, ruh, akıl ve cismaniyetiyle bütünleşememiş, kirli bir gönüle ve malâyaniyat ile dolu bir zihne sahip insana karşı Kur’ân kıskanç davranır ve kendini açmaz. Ama Kur’ân’ın buyruklarına uyan, helâllerle yetinip haramdan uzak duran, gönlünü ve zihnini fuzulîyattan arındıran ve tüm lâtifeleriyle kendine yönelen insana karşı ise Kur’ân, pek cömert davranır ve sırlarını açar.
Siyer
Kur’ân’ı anlamada, onu hayatında yaşayıp canlı kılan ve bu bakımdan Kur’ân’ın ikizi mesâbesinde olan Efendimiz’in (s.a.v.) hayatı seniyyelerinin dikkate alınması, olmazsa olmaz bir kâidedir. İkisi ayrılmaz bir bütün gibidir, biri olmadan diğeri anlaşılamaz. Çünkü, Resûlullah’ın (s.a.v) hayatının her karesi âdeta ete kemiğe bürünmüş mücessem bir Kur’ân’dır. Nitekim, kendisine Efendimiz’in (s.a.v.) ahlâkı sorulan Hz. Âişe (r.anha) validemizin, “Siz hiç Kur’ân okumuyor musunuz? Onun ahlâkı Kur’ân’dı.” diyerek bu hakikati vurgulaması mü’minlere hatırlatıcı bir ikâz niteliği taşımasının yanında, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) Kur’ân’ı hayatında yaşayarak göstermesine ve sözleri ile eşsiz bir tefsir ve en temel kaynak olmasına da atıf vardır.
Dil
Kur’ân’ı anlamada bir diğer önemli husus da Kur’ân’ın dili olan, Arapçaya vukûfiyettir. Çünkü Kur’ân hem zaman üstü hem de mekân üstü enginlikleri olan Mûcizü’l-Beyan’dır. Üstad Bedîüzzaman hazretlerinin ifadesiyle; “Varlık kitabının ilâhî bir tercümesi, tekvinî emirlerin sesi-soluğu, eşya ve hadiseler çerçevesinde farklı dillerin hak söyleyen tercümânı, dünya ve ukbânın apaçık dilli müfessiri, göklerde ve yerde gizli İlâhî isimler hazinesinin keşşâfı, her şeyin arka planındaki esrarın sırlı anahtarı, öteler ve öteler ötesinin bu âlemde tecellî etmiş fasih lisanı, o pırıl pırıl hâliyle İslamiyet âlem-i manevisinin güneşi, temeli, hendesesi; ahiret âlemlerinin her şeyini gayet açık çizgileriyle ortaya koyan mukaddes haritası, Cenâb-ı Hakk’ın (c.c.) zât, sıfât, esmâ ve bütün muallâ şe’nlerinin sesi-sözü ve en vâzıh tefsiri, en kat’î beyanı; topyekûn insanlık âleminin yanıltmayan biricik mürebbîsi, nâzil olduğu günden beri İslâm âleminin havası, suyu, ziyası; bütün âlemlerin Rabb’i, Hâlık’ı bir Zât-ı Ecellü A’lâ’nın kelâmı, fermanı, hitâbıdır.”
Üstad Hazretlerinin bu enfes tarifinden de anlaşılacağı üzere böyle ulvî, kudsî, derûnî bir beyanın tercümesinin, meâlinin ya da tefsirinin Kur’ân’ın yerini tutmayacağı aşikârdır. Ancak, insanların soyları, cinsiyetleri, anlayış düzeyleri farklı olduğu gibi dilleri de farklı olduğundan, her insanın Kur’an’ı kendi kadr ve kapasitesi ölçüsünde anlayabilmesi için ayetlerin farklı dillerde meâllendirilmesi ve tefsirinin yapılması da bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacın karşılanmasında en temel unsur, Kur’ân’ın dili Arapçaya bütün incelikleriyle vâkıf olabilmektir. Çünkü Kur’ân’ın medeniyet ülkesine adım atan insan, iyi bir Müslüman da olsa onun dilini bilmeden hakiki manada Kur’ân’ı anlayamaz.
Esbâb-ı nüzul
Esbâb-ı nüzulü yani ayetin iniş sebebini ve indirildiği zamanın ve mekânın hususiyetlerini bilmek, ayetlerin ihtiva ettiği mânâ ve ahkâmı anlamada ve ayetler arasında bağ kurmada oldukça önemlidir. Ancak esbâb-ı nüzûl her ne kadar her ayet için hususî gibi gözükse de onun ihtiva ettiği hükmün bütün zamanları, mekânları ve her zaman ve mekânın insanını bağlayıcı olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir.
Meşguliyet
Kur’ân’ı anlamada ana dinamik, Kur’ân’la çok meşguliyettir. Kur’ân’ı, kendisine nâzil oluyor gibi, Allahü Teâlâ ile musahabe(konuşma) hâlinde olduğunu düşünerek okuma ve bunu her gün yapmak insana duyamayacağı esintileri duyuracak, göremediği güzellikleri gördürecek, bilmediği sırları bildirecektir. İmam Gazâlî hazretlerinin, “Kur’ân’ın mânâları hakkında düşünen kimsenin, fazla tekrara ihtiyacı olduğundan ayda bir hatim yapması kâfidir.” sözü, Kur’ân’la meşguliyetin asgari ölçüsünü bildirmektedir.
Tefsir
Özellikle çağını aşan tefsirler, tâlibin ufkunu açan, yolundakilerin ayrı ayrı derinliklere yelken açmasını sağlayan başucu kaynaklardır. Kanaât-i acizânemce tefsirlerin başında; ilhama dayalı olarak yazılan Risale-i Nûr’lar merkezde olmak üzere, bilhassa Hocaefendi’nin de sık sık sözlü-yazılı eserlerinde iktibaslar alarak bahsettiği ve yıllardır müzâkereli olarak talebelerine okuttuğu Taberi’nin Câmiü’l-Beyân’ı, Fahruddin Râzî’nin Mefâtihu’l-Gayb’ı, Zemâhşerî’nin Keşşâf’ı, Beyzâvî’nin Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl’i, Seyyid Kutub’un Fî Zılâli’l-Kur’ân’ı, Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’ân Dili gibi eserlerin üzerinde derinlemesine çalışma, hem Kur’ân’a hürmetin hem de İlâhî beyanın anlaşılması ve yaşanması adına ciltlerce eserler için ömürlerini veren âlimlere karşı vefanın gereğidir. Ayrıca ayetler ve ayetlerin tefsirine dair yazılanlar ders halkası hâlinde müzâkere ve mütâlaa edildiğinde, meşrep, meslek, fıtrat farklılıklarına rağmen her insanın tek başına elde edemeyeceği mazhariyetlere ulaşarak İlâhî Kelâm’ın her sineye ayrı ayrı hitâbını ve mânâ içinde mânâ katmanlarının olduğunu müşâhede edecektir.
İhtiyaç duyma
Bütün bu usûl ve kâideler elbette nihâî değildir. Onların daha geniş tafsilatını ilgili eserlere havale ederek şu hususu zikretmeden geçemeyeceğim: Kur’ân’ın makâsıd-ı İlâhîsini kavramada ilk ve en önemli şart, onu anlamaya zaruret derecesinde ihtiyaç duymaya bağlıdır, aynen hava gibi, su gibi, yeme-içme gibi ve hatta ondan da öte ihtiyaca…