Riza-yi İlâhîye Nailiyetin yolu: Sünnete İttiba

Ali Akpınar

Ali Akpınar

22 Eyl 2020 10:15
  • İnsanın yaradılış gayesi, Allahü Teâlâ’ya iman etmek, O’nu esmâ ve sıfatlarıyla bihakkın tanımak, emirlerine uyup yasaklarından kaçınarak O’na hâlisane kul olabilmektir. Bu yaratılış gayesine uygun bir hayat yaşayarak Cenab-ı Hakk’ın (c.c.) rıza ve muhabbetine nail olabilmenin yolu ise Hâlık-ı Zü’l-Celâl’in “Sen olmasaydın Habib’im, kâinatı yaratmazdım.” diye hitap buyurduğu; şahit, müjdeci, uyarıcı ve âlemlere rahmet olarak gönderdiği önderimiz ve rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) yoludur. Bu gerçeği, Kur’an-ı Kerim’deki “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin...” (Nisâ, 4/59) ve “(Ey Resûl’üm, onlara) de: Egˆer Allah’ı seviyorsanız, o hâlde bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bagˆıs¸lasın.’ Allah, (günahları) çok bagˆıs¸layandır; (bil- hassa mü’minlere kars¸ı hususî) rahmet ve merhameti pek bol olandır.” (Âl-i İmrân, 3/31) ayetleri açık bir şekilde ifade eder.

    Evet, Allahü Teâlâ kendi rıza ve sevgisine mazhariyeti Resûlullah (s.a.v.) Efendimize  ittibaya, onun sünneti-i seniyyesine uymaya bağlıyor. Anlıyoruz ki Rabb’imizin (c.c.) rızasına ve muhabbetine ulaşmak, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) kudsî caddesinde yürümekle mümkündür. O cadde ki Hz. Âdem’den (a.s.) itibaren günümüze kadar insanlığın en mümtaz, en müstesna şahsiyetlerinin gelip geçtikleri caddedir. 

    Peygamberliğin ve peygamberler silsilesinin mütemmimi, Hâtemü’l-Enbiyâ olan Efendimiz (s.a.v.), ahlâksızlığın, haksızlığın, cehaletin, her türlü günah ve isyanın zirve yaptığı kapkaranlık Câhiliye Dönemi’nde gelmiş; kendinden önceki tüm peygamberlerin yüksek ahlâk ve siceyelerini kendinde toplayarak Seyyidü’l-Murselîn (Resûllerin Efendisi) unvanını almış ve Kur’an’da “Üsve-i Hasene”, yani “En Güzel Örnek” gösterilmiştir. Örnek hayatı, ahlâkı, irşad ve tebliği ile de kömürleşmiş kalbleri elmasa dönüştüren Efendimiz (s.a.v.), Allah (c.c.) indinde peygamberlerden sonra en kıymetli insanların yetişip bir daha ulaşılamayacak seviyeye yükselmesine vesilelik etmiş; başta, bizzat kendisinin “yıldızlar gibidir” dediği ashâb-ı kirâm olmak üzere yüzbinlerce asfiyâ, evliyâ, ulemâ, sıddîkîn gibi her biri bir kutb olan şahsiyetlere önder, imam, muallim ve mürebbî olmuştur. Rabb’in (c.c.) rıza ve muhabbetine mahzar olmanın yolunun Hz. Peygamber'in (s.a.v.) sünnet-i seniyyesine uymaktan ve onu örnek edinmekten geçtiğini kavrayan insanlar da Efendimizin (s.a.v.) hayatının her karesini takip etmiş, öğrenemediklerini de hemen öğrenme gayretine girmişlerdir. (Hz. Peygamber’in (s.a.v.) evindeki ibadet ve aile hayatını, eşine ve çocuklarına davranışını öğrenerek onun gibi yaşama azminde olan sahâbîlerin özellikle pak validemiz Hz. Aişe’ye çok soru sormaları, sahâbîden sonraki neslin bir hadisi doğru belleyip anlama uğruna aylarca süren yolculuk yapmaları Efendimizin (s.a.v.) sünnet-i seniyyesine uymaya verdikleri önemin bir göstergesidir.) Bu çalışma ve gayretleri sonucunda her biri kendi alanında zirveleri tutan abide şahsiyetler, “râzıyaten merzıyyeh” ilâhî beyanın iltifatına, tebcil ve tebşirine mazhariyetle “Allah’tan (c.c.) razı olan, Allah’ın (c.c.) da kendilerinden razı olduğu” mü’minler sınıfına dahil olmuşlardır. Onların bu mertebeye ulaşabilmeleri, önce de belirttiğimiz gibi, Server-i Kâinât, Eşref-i Mahlûkât Hz. Resûlullah’ın (s.a.v.) sünnet-i seniyyesine ittiba iledir.

    Bir de günümüzde bakalım. Efendimizin (s.a.v.) Allahü Teâlâ’dan getirip tebliğ ettiği ilâhî mesaj ve bu mesaja göre şekillenmiş sünnet-i seniyye sadece o günün insanlarına mı yönelikti? Ya da yalnız “hoca” sıfatıyla anılan kişilere, ilâhiyatçılara, müftülere, cami imamlarına mı hitap etmekteydi? Diğer insanlar bundan vareste miydi? Değilse eğer; toplumumuz (ve aslında tüm Müslümanlar) tuttukları bir futbol takımının maçlarını izlemeye, oyuncularını öğrenmeye;  televizyonlardaki dizileri, doların, altının iniş çıkışını ya da Türkiye ve dünya gündemini meşgul eden siyasî oyun ve entrikaları takip etmeye, parti liderlerinin bugün bir türlü, yarın başka türlü olan sözlerine uymaya verdikleri önem kadar, hayatlarını fani dünyanın bu geçici yalanlarına endeksledikleri kadar dünya ve ve bilhassa ebedî saadetlerinin tek yolu olan sünnet-i seniyyeyi öğrenmeye ve uymaya önem vermekte midir? İnsanları Allahü Teâlâ’nın yoluna çağırmak, nesilleri İslâm ahlâk ve terbiyesiyle yetiştirmek için çalıştıklarını iddia eden günümüzün kanaat önderi denilen kişileri ve onlara tabi olan cemaatler, tarikatlar kendilerini gündem ettikleri kadar Allah’ın (c.c.) ahkâmını, Resûlü’nü (s.a.v.) ve onun sünnetini, örnek ahlakını gündeme getirmekte ve anlatmakta mıdır? Efendimizi (s.a.v.) iyi tanıdığını ve onun yolunu takip ettiğini söyleyenler (veya kendilerini öyle lanse edenler) hayatlarının her alanında sünnete uymakta mıdır? Toplumun hemen her kesiminin İslâmî açıdan içler acısı olan durumuna bakıldığında bu sorulara olumlu cevap verebilmek mümkün müdür? 

    Hem kendi kulluk görevlerini ifa ile kurtuluşları hem de insanlığın necat ve felahı adına Allahü Teâlâ’nın kelâmını tebliğ ve talim, Resûlü’nün (s.a.v.) sünnetini ihya; barışın, huzurun, güvenin, yardımlaşmanın, dayanışmanın, birlik ve bütünlüğün tesis ve devamı için ömürlerini vakfetmiş, bu uğurda gerekirse canlarını vermiş ashâb-ı kirâmın ve onların yolunu izleyen ulemâ, evliya ve şühedanın hayatları ile günümüzdekilerin fikir ve anlayışları, yaşantıları, tutum ve davranışları mukayese edildiğinde, pek çoğunun dillerinden düşürmediği İslâm’ı doğru dürüst bilmedikleri, okudukları Kur’an’ın ahkâmına uymadıkları, Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) sünnetinden apayrı bir yolda yürüdükleri apaçık ortaya çıkmaktadır. Bu nedenledir ki sünnet-i Resûlullah yerine lider ve önder görülen kişilere uyulmakta, haram-helâl ölçüsü yerine menfaatler önemsenmekte, adalete, hak ve hukuka riayet yerine kişisel anlayış ve düşünceler esas alınmaktadır. Bunun sonucunda ne acıdır ki kalblerde itmi’nan, vicdanlarda merhamet, aile ve toplumda huzur, kişiler arasında güven, birlik ve kardeşlik mumla aranır hâle gelmiştir.

    Üstad Bediüzzaman, Şam’daki Emeviye Camii’nde okuduğu hutbede, Müslümanların en önemli problemlerinin cehalet, fakirlik ve iftirak olduğunu bir asır öncesinden haber vermişti. Gerçekten de bunlar, günümüz dünyasında Müslümanların en büyük problemleri arasında yer almakta ve cehaletin, fakr ve iftirakın doğurduğu olumsuzluklar apaşikâr müşahede edilmektedir. Ancak mevcut durum böyle olsa da ve zaman, âhirzamanın bütün fitnelerini ve dehşetini hissetirse de hem bireysel yaşantısında hem de aile ve toplum hayatında Kur’an’ın emirlerini, Resûlullah’ın (s.a.v.) sünnetini, ahlâk ve terbiyesini esas alıp yaşamaya gayret edenlerin hasbî çalışmalarına Allahü Teâlâ’nın ihsan edeceği karşılık ile yeryüzünde sulh, kardeşlik, huzur ve güven tesis edilecektir. Bunun gerçekleşmesi için ömürlerini vakfeden ve Resûlullah’ın (s.a.v.) “ahirzamandaki kardeşlerim” diye tebşir ettiği salih ve samimi mü’min ve mü’mineler, “Ümmetimin fesadı zamanında benim bir sünnetime uyup onun ihyasına vesilelik edene şehid sevabı vardır.” hadisine mazhariyetle  rıza-yı İlâhî’ye nail olacaklardır Allah’ın (c.c.) izni ve inayeti ile.
    Madem böyle dehşetli zamanda sünnete ittiba ve onu ihya edebilenler şehid sevabına nail oluyor,
    Madem Allahü Teâlâ, kendi muhabbetine nailiyetin Resûlü’ne (s.a.v.) muhabbetten onu örnek edinmekten geçtiğini beyan buyuruyor,

    Madem Allah Resûlü’ne (s.a.v.) itaat ve ittiba, Allahü Teâlâ’ya itaat ve ittibadır; elbette Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hayatı ve ahlâkı örnek alınacak, ona tâbi olunacaktır. Bu yolda çekilen her çile ise şikayet edilecek bela ve musibet değil, şükredilecek ihsan ve rahmettir.
    22 Eyl 2020 10:15
    YAZARIN SON YAZILARI