Saadet asrına baktığımızda Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), muhataplarını belli bir seviyenin insanları hâline getireceği âna kadar hep iman tahşidatı yaptığını görüyoruz. Çünkü gelmesi muhtemel bütün sıkıntılara tahammül edip zulme meydan okuyabilmek için gerçek anlamda bir mü’min olmak gerekiyordu.
İman, küçük meselelere takılmamak için de gerekliydi. Ancak bu, öyle “inandım” demekle elde edilebilecek bir keyfiyet de değildi. Zira onun da dereceleri vardı ve matlup olanı, gayb perdesi açılsa bile yakîni değişmeyecek kadar hakiki olanıydı.
Üstelik hata ve kusurlar, imanla çok kolay aşılıyordu. Allah’a ve âhiret gününe inanan insanın, “Ne yapayım, elimden bu kadar geliyor! Yapamıyorum!” gibi bir mazereti olamazdı. Zaten Allah (celle celâlühû) insanı, gücünün yetmediği ile mükellef tutmuyordu. Öyleyse Allah’ın ve Resûlü’nün “Olsun!” dediği her şey, herkes tarafından yapılabilecek, üstesinden gelinebilecek bir şey demekti.
Bir kere inandı mı insan!
İnanınca işler ne kadar da kolay yoluna giriyor, en problemli meseleler nasıl da kolaylıkla çözülüveriyordu. Bir kere inandı mı insan, yapması gerekeni bir daha ona söylemeye gerek kalmıyor ve o mü’min, durumdan vazife çıkarıp yapması gerekenleri, kendisine söylenmeden yapıyordu.
Allah’ın her şeye nigahban oluşu, atılan her adımdan haberdarlığı ve yarın küçük-büyük her şeyin hesabının verilecek olması gibi gerçekler, vicdan üzerinde öylesine bir mekanizma kuruyordu ki bir kere zihnine yanlışı “yanlış” olarak kodlayan mü’min, bir daha o yanlışın semtine bile uğramaz oluyordu.
Büyük bulaşma var
Hakiki manada inanan bir insanın hayata, insana ve geleceğe bakışı da çok farklıydı. Güzel gören güzel düşünüyor, güzel düşünen de hayatından lezzet alıyordu.
Geçen her gün, kıldan ince ve kılıçtan keskin bir hesap gününe doğru akıyordu. Gelecek o gün, terazisi şaşmayan bir gündü ve hemcinsinin boynuzundan burada korkan koyun bile orada boynuzlusundan hakkını alacaktı. Böylesine sağlam bir mahkeme-i kübrâ, bu kadar hassas bir büyük buluşma varsa -ki vardı- kimin kimde hakkı kalabilirdi ki!
Öyleyse Ebû Cehillerin üç günlük havasına aldanmamak gerekiyordu. Ebû Leheblerin mağrur duruşuna, Ümmü Cemillerin şımarıklığına takılmaya da gerek yoktu. Adalet-i ilahiyenin tam tecelli edeceği günün akabinde gidecekleri yer daha şimdiden belliydi.
Mazlumun hakkı
Hem, yarınlarda ebedî müflis damgasını yedikten sonra bugün Kârûn olsan ne yazar!
Uyusa da Utbeler, uyumayan bir Deyyân var.
Bugün bir nebze canı yansa da Ammâr’ın, rahmetiyle başını okşayan bir Rahmân var.
Mizan var!
Sırat var!
Hesap var!
Kitap var!
Hani bazen zâhirde zâlim zulmüyle gidiyor gibi görünse de bu terazi bir gün kurulacak ve bir büyük mahkemede mazlumun hakkı, kuruşuna kadar tahsil edilecek. Dünyevî mahkemeler nasıl kurulmuş ve adalet sarayları boşuna yapılmıyorsa uhrevi mahkemeler de kurulacak ve sorgu için mahşer yeri hazırlanacak.
Dün geçti. Bugün var, yarın gelecekse, yarının yarını da gelecektir elbet.
Mazluma ve mazlumlardan yana saf tutanlara müjdeler olsun...
BİR SORU-BİR CEVAP
Cinler insanların hayatına müdahale edebilir mi?
Bu soruyu bize Mustafa Bey sormuş.
Kur’an ve sünnet çerçevesinde cinler hakkında verilen bilgileri şöyle özetlemek mümkün:
1. Cinler tıpkı insanlar gibi yerler içerler, evlenir ve çoğalırlar, erkeklik ve dişilikleri vardır, doğar, büyür ve ölürler. Yalnız onların ömrü insana oranla daha uzundur.
2. Maddi âleme ait latif (cismi olmayan), varlıkları olan cinler, şuur sahibi ve ruh sahibidirler. Bu sebeple, insanlar gibi iman, ibadet ve kullukla sorumlu bulunduklarından, mümin veya kâfir olabilirler (Zariyat, 50/56). Nusaybin cinlerinden bir grup Peygamber Efendimiz’den Kur’an dinlemişler ve ona iman etmişlerdir (Cin, 72/13).
3. Cinlere de kendi aralarından peygamberler gönderilmiştir (En’am, 6 /130).
4. Kur’an’da, cehennem ehlinin bir kısmının cinlerden olacağı bildirilir (Secde, 32/13; Hûd, 11/119).
İnsanla irtibata geçerler mi?
Cinlerin metafizik âlemden şehadet yani görünen, fiziki âleme geçişinde çeşitli sebepler vardır. Ya bizim âlemimizde manyetik bir hadise vuku bulur, ya iki âlem arasında bir menfez, koridor meydana gelir ya da ruh dünyası onlarla doku uyumuna sahip bir kişi, bilerek veya bilmeyerek bünyesi gereği buna vesile olur. Yoksa hiçbir cin kendi âleminin sınırları dışına, kendi iradesiyle çıkamaz.
Cinler, kendi âlemlerinden, bizim âlemimize geçtiği zaman, rastgele kişilere musallat olamaz, istedikleri herkese tesir edemez. Daha ziyade doğuştan medyumluk özelliği olan insanlarla muhatap olabilir veya bünyesinde bir açık, bir rahatsızlık bulunan kişilere musallat olurlar. Bu kişiler de genellikle içine kapanık, çekingen, psikolojik olarak dengesiz, şizofreni ve beyin yönünden bir rahatsızlığı olan kişilerdir.
Cinler, kendi âlemlerinden bizim âlemine devamlı kalmak üzere geçemez. Muhakkak belli bir zaman sonra geri dönmek zorundadır. Nasıl ki, komaya giren bir insanın belli bir zaman sonra uyandırılması gerekiyorsa, suya giren bir insan belli bir müddet sonra sudan çıkmak zorundaysa, cin de bir vakit sonra kendi âlemine dönmek zorundadır.
ÖRNEK HAYATLAR
Kin ve nefret bir insanı nasıl bitiriyordu?
Tek hedefi muhataplarına hak ve hakikati anlatmak olan Allah Resulü’nün (s.a.s.) iman davetine engel olmak için Ebu Leheb elinden gelen her şeyi yapıyordu. O’nun Resûl-i Ekrem’e ve davasına olan kin ve nefreti bitmek ve tükenmek bilmiyordu.
Davasını anlatmak için her fırsatı değerlendiren Allah Resulü Hac mevsiminde Mekke ve etrafında kurulan panayırları geziyor insanları bir ve tek olan Allah’a kulluğa davet ediyordu. Ebu Leheb de her yerde adım adım yeğenini takip ediyor ve muhatap olduğu kabilelere, “Ey insanlar! O, dinden çıkmış bir yalancıdır, sihirbazdır. O kavmini birbirine düşürdü. Dikkatli olun sizi aldatıp atalarınızın ilahlarından, dinlerinden vazgeçirmesin. Asla O’nu dinlemeyin, O’na itibar etmeyin ve O’na tâbi olmayın.” diyerek bağırıyor, elindeki taşı toprağı O’na atıyor ve insanların vicdanları üzerinde baskı kurmaya çalışıyordu.
Dünya durdukça o da dursaydı, niyeti yine hep aynı şeyi yapmaktı. İnananlara ve Allah Resulü’nü himaye eden akrabalarına yapılan ve tatbiki üç sene gibi uzun bir müddet süren boykotu hazırlayan ve bu işin öncüsü olan Ebu Cehillerle beraber oldu. Allah Resûlü ve Müslümanlara kötülük yaptı. Müslümanlar bu üç seneyi ölümle pençeleşerek geçirmişlerdi.
Vicdandan nasipsiz bir insandı
Sadece haram aylarda bulundukları yerden çıkıp alışveriş yapma imkânı buluyorlardı. Boykota maruz kalan birisi çoluk çocuğuna biraz yiyecek almak üzere Mekke çarşısına vardığında Ebu Leheb hemen erzak yüklerinin başına dikilir, “Ey tüccar topluluğu, Muhammed’in ashabına fiyatları öyle yüksek söyleyin ki sizden bir şey alamasınlar, kalan mallarınızı ben sizden yüksek fiyata alırım!” der ve bu şekilde Müslümanların haram aylarda dahi alış veriş yapmalarına engel olurdu.
Halbuki boykota maruz kalanların büyük bir kısmı Ebu Leheb’in yakın akrabasıydı. Peygamber Efendimiz, Hazreti Hatice validemiz ve Ebu Tâlib bütün mal varlığını bu dönemde harcadılar. Nice yaşlı ve çocuk bu boykotta hayatını kaybetti. Fakat Ebu Leheb’in vicdanında bütün bu olanlar zerre kadar acıma hissi uyarmadı. O, böyle vicdandan nasipsiz bir insandı.