Soru: “Allah Resûlü (s.a.s.) karşılaştığı büyük-küçük problemler karşısında nasıl hareket etmiştir? Çözüme giden yolda iradesinin, akıl-mantık ve muhakemesinin rolü nedir? Efendimiz, sebeplere riayetle tevekkül arasında nasıl bir denge kurmuştur?” (Kalender K.)
Sorunuz tek soru gibi gözüküyor ama aslında üç ayrı soru. Cevabı da uzun bir seminer konusu aslında. Ancak biz bir makale çerçevesinde sorunuzu cevaplandırmaya gayret edeceğiz.
Öncelikle irade, tedbir ve tevekkülün, Allah Resûlü’nün muhatap olduğu problemleri çözme noktasında ortaya koyduğu hamlelerinin sacayakları olduğunu görüyoruz.
Her şeyden önce Efendiler Efendisi, yirmi üç yıllık peygamberlik hayatında toplumu ıslah adına, insana dokunurken her daim iradesinin hakkını vermiştir. O, bir taraftan Allah’a olan engin tevekkül ve itimadını ortaya koymuş, öte yandan karşılaştığı problemlerin çözümü adına alınabilecek bütün önlemleri almış, atılabilecek bütün adımları yerinde ve zamanında atmıştır.
O’nun nübüvvet hayatı bu hakikatin misalleriyle doludur. Hangi misali verelim diye düşünürken, konu Efendimiz olunca her zaman yaptığımız gibi öncelikle peygamberyolu.com sitesine bi bakalım dedik. Orada Yücel Men Hocamızın kaleme aldığı “Efendimiz’in hayatında sebeplere riayet ve tevekkül” başlıklı yazısı dikkatimizi çekti.
Yazıyı okuyunca Yücel Hoca’nın verdiği misaller tam da Kalender Bey’in sorusunun cevabı mahiyetindeydi. Yazıda verilen bir misali buyurun beraberce okuyalım:
Hz. Abbas’ı niçin Mekke’de bırakmıştı?
Habeşistan hicretinin ardından yaşanan gelişmeler göstermişti ki müşriklerin, Müslümanlara tahammülsüzlüğü sadece Mekke ile sınırlı değildi. Onlar, Allah’ın nurunu söndürmeyi hedefliyor ve yeryüzünde nefes alıp veren hiçbir Müslüman kalmasın istiyorlardı.
Bu yüzden her nereye giderlerse gitsinler Müslümanlar için en büyük tehdit ve tehlike, Mekkelilerdi. Nitekim hicretten sonra Medine’deki gayr-i müslim gruplara gönderdikleri ültimatom mektupları ve komşu kabileleri Medine aleyhine kışkırtmaları da bu gerçeğe işaret ediyordu. (Ebû Dâvûd, Harâc, 23)
Sebepler planında tehdit ve tehlikeyi bertaraf etmek ise her şeyden önce gelişmelerden zamanında haberdar olmaya bağlıydı. Ani bir saldırı, acı neticeler yaşanmasına vesile olabilirdi. Bundan dolayı Allah Resûlü, bazı Müslümanların, Mekke’de kalmalarına müsaade etmişti.
Henüz kimliği ortaya çıkmamış bu insanlar, Mekkelilerin nabzını yoklayacak, Mekke’deki havayı Müslümanlar lehine yumuşatacak, İslam’ı yok etmek için tasarlanan plan ve projeleri zamanında Medine’ye haber vereceklerdi.
Bu çerçevede arkada bırakılanlardan birisi de Efendimiz’in amcası Hz. Abbas’tı. Hatta o, bir defasında mektup yazıp Medine’ye hicret etme arzusunu dile getirse de Allah Resûlü,
“Ey amca! Yerinde kalmaya devam et! Zira senin Mekke’de kalman daha hayırlı ve güzel bir cihaddır!” (İbn-i Sa’d, Tabakât, 4/25) buyurmuş ve izin vermemişti.
Mekkelilerin, Müslümanların varlığını tehdit ettiği bir ortamda Hz. Abbas’a verilen misyon, hayati bir öneme haizdi. Ki Bedir’in intikamını alma ve Müslümanları yok etme düşüncesiyle harekete geçen Mekkelilerin çıkışını, gönderdiği bir mektupla Allah Resûlü’ne haber vermişti.
Bu da Müslümanlara kendilerini savunma adına gerekli istişareleri yapma, orduyu toparlayıp teçhiz etme ve her türlü tedbiri alma imkânı sağlamıştı. Sözün burasında şöyle bir soru soralım:
Peki bu haberleşme ağı nasıl kuruldu?
Mekke ve civarındaki gelişmelerden zamanında haberdar olma, ancak hızlı bir haberleşme ağının kurulmasıyla mümkündü. Gönderdiği güvenlik ve istihbarat devriyeleriyle bölgeyi yakın takibe alan Allah Resûlü, kendisi de seferlere çıkmış, Mekke ile Medine arasında yerleşen kabilelerle güvenlik anlaşmaları imzalamış ve hızlı bir haberleşme ağı kurmuştu. İki şehir arasındaki mesafe yaklaşık yedi-sekiz gündü.
Ancak Hz. Abbas’ın Mekkelilerin çıkışını haber veren mektubu, Allah Resûlü’ne üç günde ulaşmıştı. (Bkz. Vâkıdî, Megâzî, 1/189) Buradan belli noktalarda haberleşme için hazır insan ve atların bulundurulduğu anlaşılmaktadır.
Bu örnek, Efendimiz’in sebeplere sarılma istikametinde nasıl bir tavır sergilediğini görmemiz adına gerçekten çok dikkat çekici. Yücel Hoca yazısında bunun gibi daha pek çok örnek anlatıyor ve yazısının finalinde ise şu hususu dikkatlerimize sunuyor:
İradesinin hakkını veriyordu
Allah Resûlü, bir beşer, rehber, lider ve komutan olarak üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmek için iradesini ortaya koymuş, asla “Ben peygamberim. Rabbimin beni koruyacağına dair vaadi var. Kudretini devreye sokar, Beni ve ümmetimi kurtarır. Evlerimizde oturup düşmanlarımızın helak olmasını bekleyelim ya da Uhud’a gidip meleklerin, Mekkelileri yerle bir edişini seyredelim…” gibi bir bakışın ve duruşun içerisinde olmamıştır.
Zira problemler karşısında iradenin hakkını verme, alınması gereken bütün tedbirleri alma ve sonra Allah’a tevekkül, Kur’ân’ın bir emri ve Allah Resûlü’nün karar, karakter ve kişiliğinin ayrılmaz bir parçasıdır.
O (s.a.s.), Uhud sürecinde de gerekli bütün tedbirleri almış ve ondan sonra Allah’ın yardımını beklemeye başlamıştır. Nitekim aldığı tedbirlere sadık kalınınca Allah’ın da yardımıyla muzaffer olmuş ve sadece birisi ihlal edilince kazanılan savaşın seyri değişmiş mutlak zafer geçici bir mağlubiyete dönüşmüştür. Bunun üzerine ashabı, bu hadiseden gerekli dersleri almış, ahiretleri adına da bir kayıp yaşamamak için neticeyi rıza ile karşılamış ve sabırla göğüslemişlerdir.
Evet, Allah Resûlü’nün hayatını şekillendiren bu hali, bizler için her meselede özellikle de kritik anlarda ve kriz zamanlarında mutlaka örnek almamız gereken ayrı bir yönü olduğunu düşünüyoruz.
Yazının detayını aşağıdaki linke tıklayarak okuyabilirsiniz: