Ümidini asla yitirmiyor, vazifesine devam ediyordu

Ali Demirel

Ali Demirel

05 Eki 2018 01:39
  • “Allah’a yemin olsun ki Muhammed doğru söylüyor. Zaten O, asla yalan söylemez! Şimdi bir de peygamberlik gibi bir imtiyazı tekellerine alırlarsa, Kureyş’in hâli nice olur, bir düşünsenize? ... Onlar, “Bizim aramızda, semadan haber getiren bir Nebi var!” diyorlar. Söyler misiniz bunun üstesinden biz nasıl geliriz? Vallahi biz, O’na asla inanmayacak ve hiçbir zaman da O’nu tasdik etmeyeceğiz!” (İbn-i Hişâm, Sîre, 1/200)
    Yukarıdaki talihsiz sözler Ebû Cehil’e ait. O dönemde, bütünüyle şerre kilitlenen Ebû Cehil ve aveneleri, kin ve nefretin baskısı altında kararan vicdanları sebebiyle nasihat dinlemez hâle gelmiş, kaskatı kesilen kalplerine anahtar işlemez paslı kilitler asmışlardı.
    İtibarsızlaştırma başlıyor
    Bu arada Mekke reisliği devam eden Ebû Tâlib’in dönemin meclisi Dâru’n-Nedve’deki konumu bir hayli zayıflamıştı. Ebû Cehil ve avanesinin ise yıllardır yapageldikleri hazırlıklar neticesinde sesi daha gür çıkmaya başlamıştı. Benî Hâşim’i Dâru’n-Nedve’de temsil eden Efendimiz’in bir diğer amcası Hazreti Abbas da bu baskın ortam karşısında sesini duyuramaz olmuştu. 
    Kabile merkezli bir idare sisteminin yaşandığı o günlerde kabile reisleri Dâru’n-Nedve’den beslenmekte ve onların dudağından çıkanın kanun kabul edildiği câhiliyye anlayışında diğer fertlerin düşünme diye bir lüksleri bulunmamaktaydı. 
    Dolayısıyla o dakikadan itibaren âdeta bütün Mekke, kin ve nefret soluklayan bir nevi Dâru’n-Nedve olmuştu. Sözlü sataşmalar, hakaret ve küfürler, tazyikler, baskılar ve baskınlar gibi her türlü şiddet ve sindirme politikalarıyla Mekke, hemen her gün yeni bir zulme, Ebû Cehillerin çevirdiği yeni bir dümen ve tezgâha şahit olmaktaydı. 
    Her fırsatı değerlendiriyordu
    Hakikat, gün gibi ortada olduğu hâlde körü körüne yapılanlar karşısında Allah Resûlü (s.a.s.) çok üzülüyordu. Onların da elinden tutabilmek için, her fırsatı değerlendiriyor ve adeta arkasında, oturup konuşmadığı, muhatap olup da elinden tutmadığı ve gemisine alıp da kurtarmadığı bir tek insan bırakmak istemiyordu. 
    Bilhassa tebliğin açıktan yapılmaya başlandığı peygamberliğinin dördüncü yılından itibaren bu süreç daha da hızlanmış, Efendimiz, Mekke’ye gelen herkesin yanına uğrar olmuştu. 
    Oturup onlarla da konuşuyor ve onları da imana davet ediyordu. Bunun için Zü’l-Mecâz, Mecenne ve Ukâz panayırlarını mesken tutmuş, umre ve hac niyetiyle Mekke’ye gelenlerin yolunu gözler olmuştu. 
    Darılma yok, dayanma var!
    Temas kurduğu herkese hakikat namına sesleniyor, göz göre göre ateşe koşan kelebekler misali körü körüne putlara kurban gidenleri Cehennem yolundan çevirmek istiyordu. 
    O’nun tek hedefi vardı: Nefes alan her kul, Allah’ı tanısın ve neticede O’nun rahmetiyle ebedî kurtuluşun kapılarını aralasın! 
    Böylesi zor günlerde O, asla ümidini yitirmiyor, moralini bozmuyor, girilmedik gönül bırakmama adına herkesin kapısını çalıyor, hak ve hakikati sinelere duyurma adına baş döndürücü bir gayret sarf ediyordu. 
    Ve elbette bu duruşuyla zor şartlar altında yaşayan müminlere iman ve ümit içinde vazifelerine devam etmeleri gerektiğini fiili olarak göstermiş oluyordu.

    BİR SORU-BİR CEVAP
    Soru: İnsanları Allah’a havale etmenin dinen bir mahzuru var mı?
    Gerçekten Allah’a gönül vermiş ve O’nun isteklerinden zerre kadar sapmadan kul olmaya kendini adamış bir mümin, ümidinin son kertesine kadar hep olaylara müsamaha ile bakar ve şahsına olmadık işkenceler yapıp acı üstüne acı çektirenlere karşı asla beddua etmediği gibi yapılan beddualara da kesinlikle amin demez. 
    Zira bilir ki, ne beddua etmek ne de lanet okumak onun vazifesi değildir. Sürekli ıslâh düşünüp hayırla meşgul olduğundan kendisine kan kusturanların ıslahı noktasında ümidi tükendiği noktada en son başvuracağı kapı da, yine Yüce Dergâh’tır. 
    Ellerini açar ve gücü yetmediği yerde bütün güçlerin menbaına yönelerek işi sahibine havale eder. 
    O, her şeye hâkimdir
    Ellerinden gelen bütün çabayı ortaya koymalarına karşılık hâlâ karşı tarafın kin ve nefreti devam ediyor ve her geçen gün şiddetini artırıyorsa, Allah yolunun yolcuları yine bedduaya tevessül edip lanete ritim tutmadan Yüce Dergâh’a açtıkları karıncalanmış elleriyle, ısırmaktan zevk alan şer şebekelerini ancak gerçek gücün sahibi Allah’a havale ederler. 
    Zira bilirler ki O, her şeye hâkimdir. Kadir-i Mutlak’tır O. O’nun izni olmadan ne bir karıncanın yürüyebilmesi ne de ağaçtan bir yaprağın inmesi mümkündür. O’nun izni olmadan yolların aşılması mümkün olmadığı gibi O’nun inayetinin olduğu yerde yolların tıkanmasına da imkân yoktur.

    ÖRNEK HAYATLAR

    O (s.a.s.), kendisine yakışanı yapıyordu
    Efendimiz (s.a.s.) döneminde yaşayan Kinâneli bir tüccar anlatıyor:
    Resûlullah’ı Zü’l-Mecâz panayırında, “Ey İnsanlar! ‘Lâ ilâhe illallah!’ deyin ve siz de kurtulun!” derken gördüm. Hemen arkasında, O’nun üzerine toz-toprak saçarak yürüyen Ebû Cehil vardı. Avazı çıktığı kadar bağırıyor ve adım adım O’nu takip ediyordu. 
    Bir taraftan da “Ey insanlar! Sakın ola ki bu adam, dininiz konusunda sizi aldatmasın! Çünkü O, sizin Lât ve Uzzâ’ya ibadeti terk etmenizi istiyor!” diyerek insanları korkutuyordu. Resûlullah ise hiç ona iltifat etmiyor, ondan sıyrılmaya çalışıyor ve vakarla yoluna devam ediyordu. 
    Allah Resulü’nün, bir gönüle daha girebilme adına katlandığı sıkıntıları anlatırken Âmirî kabilesinden başka bir tüccar bize şu ayrıntıyı veriyor: 
    Câhiliyye döneminde Resûlullah’ı ben, “Ey insanlar! ‘Lâ ilâhe illallah!’ deyin ve siz de kurtulun!” derken görmüştüm. Etrafını alıp da peşini bırakmayanlardan bazıları mübarek yüzlerine tükürüyor, bazıları da üzerine toz-toprak saçıyorlardı. Bu arada onlardan bazıları, ağza alınmadık ağır sözlerle O’na hakaret ediyorlardı. 
    Baban hakkında endişe etme!
    Derken gün yarılanınca yanına, elinde bir miktar su ile küçük bir kız çocuğu çıkageldi. Resûlullah, suyu aldı ve eliyle yüzünü yıkadıktan sonra o kızcağıza dönerek, “Kızım!” dedi. “Baban hakkında hiç endişe etme. O’na kimse galebe gelemez ve zillet eriştiremez!” 
    Yanımdakilere onun kim olduğunu sordum. Bana, “Resûlullah’ın kızı Zeynep!” cevabını verdiler. O zaman o, ergenlik dönemine adım atmak üzere olan aydınlık yüzlü küçük bir kız idi.” (Buhârî, Târih, 8/14)
    Evet, panayırların sıcak zemininde, hakikate âşinâ bir sima bulabilmek ümidiyle yanıp tutuşan ve dışarıdan gelebilecek her türlü sıkıntıyı göğüsleyen Efendimiz, vazifesine devam ediyor ve hep kendisine yakışanı yapıyordu.

    05 Eki 2018 01:39
    YAZARIN SON YAZILARI