Nazım Hikmet, neden yurtdışına çıkmıştı?

Ali Emir Pakkan

Ali Emir Pakkan

05 Haz 2017 12:30
  • “13 yıl hapis yattım. İşlemediğim bana yüklenen bir suçun cezasıydı bu. Hapisten çıktıktan sonra 50 yaşımda askere almak istediler. Askere giderdim ancak askere alıp harcayacakları haberini aldım. Kaçıyordu vurduk, deyip öldüreceklerdi. Kaçmak zorunda kaldım.”

    Türkçenin en büyük şairlerinden Nazım Hikmet Ran (1902-1963), yurt dışına çıkışını böyle anlatıyordu. 

    Devir, bugünkü gibi ‘tek parti ve tek adam’ devriydi. Farklı düşünenler ve muhalifler, rejim için “düşman” kabul ediliyor, onları yargılamak için özel mahkemeler kuruluyordu. Düşman bazen ‘irtica’ bazen ‘komünizm’di. 1947’de İçişleri Bakanı Şükrü Sökmen Süer, komünist tehlikeyle nasıl mücadele ettiklerini anlatırken; “Başta Nâzım Hikmet olmak üzere bir takım şairler ve romancılar, sanat kisvesi altında komünist fikir ve inançlarını yaymaya başlamışlardı.” demişti. (Legal görünümlü illegal örgüt safsatasına benziyor değil mi? )

    Şair Nazım Hikmet, 1925-1937 arasında onlarca soruşturma geçirdi. Yazdıklarından dolayı hakkında 11 kere dava açıldı. Şiirleri yasaklandı. Kitapları toplatıldı. İşkence gördü, hapis cezasına çarptırıldı. “Komünizm propagandası yapmak, gizli örgüte üye olmak, halkı rejim aleyhine kışkırtmak’ la suçlanıyordu. Yazmaktan ve mücadeleden vazgeçmedi.

    Nihayet 1938’te Halk Partisi iktidarı, şairin kalemini kırmaya karar verdi. Daha önceki davalarda ya delil yetersizliğinden ya da af kanunları ile serbest kalmıştı. Hukukun askıya alınabileceği özel bir mahkemede yargılanması gerekiyordu. Üyelerinin çoğu hukukçu bile olmayan iki ayrı askeri mahkemenin karşısına çıkarıldı. Suçlama tanıdıktı: Darbeye teşebbüs…

    1938 Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde dava başladığında Nazım Hikmet, nasıl bir kumpasla karşı karşıya olduğunu anlamıştı. Kesinlikle beraat edeceğine inanıyordu. İddiaya göre; Nazım, askeriyede bir gizli örgüt kurmuş, öğrencilere komünizm propagandası yapıyordu.

    Nazım, suçlamaları reddetti. Şair’in anlattığına göre; 1937 yılı ağustosunda bir gün İpek Sineması’nda yanına bir Harp Okulu öğrencisi sokulmuştu. Nazım, bu gencin bir provokatör olduğuna kesinlikle inanıyordu. Başından savdı gitmedi. “Nâzım Bey, ben polis filan değilim. Sizin fikirlerinizi beğeniyorum, daha etraflı öğrenmek istiyorum, yararlanmak için…” dedi. Nazım, bu konuşmadan daha çok şüphelendi. İçeri girince polis müdürüne telefon ederek, resmi askeri elbise giydirip polisleri peşine düşürmemelerini söyledi.

    Adı Ömer Deniz olan bu Harp Okulu öğrencisi dört ay kadar sonra, 3 Aralık 1937’de, bir Ramazan Bayramı öncesi, bu kez Nişantaşı’ndaki Selçuk Apartmanı’na gelmişti. Nazım’ın bu görüşmede Deniz’e, ‘Erata, cumhuriyetten sonra komünizmi öğretin’ dediği iddia ediliyordu.

    Mahkemede hem Nazım Hikmet hem de Ömer Deniz bu iddiayı yalanladı. Deniz mahkemedeki sorgusu sırasında, ilk ifadesinin baskı altında alındığını, Nâzım Hikmet’in, kendisine, ‘erata önce cumhuriyeti, sonra komünizmi anlatırsınız’, gibi bir söz etmediğini açıkladı. Nazım, “Suçsuzum, beraatımı ve tutukluluk halime son verilerek tahliyemi talep ediyorum.” dedi. Ancak askeri mahkeme 29 Mart 1938’de “askeri kişileri üstlerine karşı isyana teşvik” suçuyla 15 yıl ağır hapse mahkûm etti. İstanbul’a Sultanahmet Cezaevi’ne sek edildi.

    Nazım’ın adı, aynı yılın haziran ayı sonuna doğru Donanma Komutanlığı’nda açılmış başka bir soruşturmaya da karıştırıldı. Donanma Komutanlığı’ndan gelen görevliler Şair’i alıp kelepçeli olarak Köprü Kadıköy iskelesinden bir motorla Adalar açığında bekleyen Erkin gemisine götürdüler. Önce bir ayakyoluna, sonra sintine ambarına kapatıldı.

    “Yayımcılık yoluyla komünizm propagandası yaptıkları” iddiasıyla Hikmet Kıvılcımlı, Fatma Nudiye Yalçı ve Kerim Korcan da gözaltındaydı. Emniyet binası Sansaryan Hanı’nda, bir aya yakın bir süre işkenceye tabi tutuldular.

    Nâzım Hikmet’in kitaplarını okuyan pek çok astsubayla onların tanıdıkları, yakınları da gözaltına alındılar. Donanma Askeri Mahkemesi’ndeki yargılama 10 Ağustos 1938 günü Erkin gemisinde başladı.

    Hamdi Alevdaş adlı bir astsubay, sanıklardan Hamdi Alev’in evinde, 1934 yılında Nâzım Hikmet’le konuştuğunu, sonra iki kere de Erenköy’deki Mithat Paşa Köşkü’ne gittiğini söylüyordu. İddiasına göre, Nazım, ondan erlere gelen mektupları okuyup ailesi yoksul olanları saptamasını, adreslerini almasını istemişti. Bu yoksul ailelere yardım edilecekti. Nâzım Hikmet’i dava kapsamına dört yıl öncesiyle ilgili böyle kanıtsız, tanıksız bir suçlama sokuyordu.

    1936 yılında Türk Ceza Kanunu’na sol hareketleri cezalandırmak için konulmuş olan ünlü 141 ve 142. maddeler ‘cebir’ yani güç unsuru varsa cezalandırmaya izin veriyordu. Nazım Hikmet ve arkadaşlarının eylemlerinde ise en ufak bir cebir unsuru yoktu! Ancak, her ne olursa olsun sanıkların mahkum edilmelerine önceden karar vermiş olan tek parti iktidar Meclis’e jet hızıyla bir tasarı sundu! 16 Temmuz 1938’de yapılan bir değişiklikle yalnız eylemi değil, düşünceyi açıklamayı da cezalandırmak mümkün hale getirildi! (Paralel yapı ile mücadele için alt yapı hazırlıyoruz, sözlerini hatırlayın) Böylece Roma Hukuku’nun en önemli prensiplerinden biri olan “Yasa olmadan suç olmaz, daha önce kabul edilmiş yasa olmadan ceza verilemez” şeklindeki genel hukuk ilkesi ihlal edildi.

    Nazım Hikmet ve arkadaşları yargılanırken ceza hukukunun en temel ilkeleri çiğnendi. Ortada ne tahrik edilen askerler, ne de isyan vardı. Yeterli delil ve suçun cezasının verileceği kanun maddeleri de bulunmuyordu. Davanın bitmesinden bir yıl sonra kanunlardaki boşluklar dolduracaktı. Nazım’ın toplamda 28 sene 4 ay hapis cezasına çarptırıldığı davalardaki hukuksuzluklardan bazıları şöyleydi:

    -Harp Okulu ve Donanma komutanlığı askeri mahkemelerinde Ceza Hukuku’nun ‘kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkeleri çiğnendi. Cezaları görevsiz mahkemeler verdi.

    -Askeri Usul Yasası’na göre sanıkları savunacak avukatları Adli Âmir’in onaylaması gerekiyordu. Harp okulu askeri mahkemesinde Nâzım Hikmet’i savunmak isteyen İrfan Emin Kösemihaloğlu kabul edilmedi.

    -Askeri Usul Yasası’na göre, beş yargıçtan birinin Hukuk Fakültesi mezunu olması yeterliydi. Mahkeme üyelerinin çoğunluğu subaylardan oluşuyordu ve tümü soruşturmayı başlatan komutanın emrinde bulunuyordu. Yani yargı bağımsızlığı yoktu.

    -Donanma davasında askeri mahkeme, yargılama konusu eylemlerin komünist örgütlenme niteliği taşıdığını ve Nazım’ın böyle bir amaçla hareket ettiğini açıklamasına rağmen TCK’nın 141-142. Maddesine göre değil Askeri Ceza Kanunu’nun 94. Maddesine göre hüküm verdi. Bu ceza hukukunun en temel ilkesi olan ‘kanunilik’ ilkesine aykırıydı. Mahkeme görevsizlik kararı vermeliydi. Komünizmle ilgili eylemler askeri mahkemenin görev alanına girmiyordu.

    -Mahkeme son soruşturma aşamasında toplanan delillerle değil ön soruşturma sırasında oluşturulan delillere dayanarak mahkumiyet kararı verdi. Dosyada sadece ön soruşturmada işkence ile alınan bir ifade vardı! 94. maddedeki “askeri isyana tahrik” suçunun yasal delilleri de oluşmamıştı. Nazım birden fazla askeri kişi ile görüşmemişti. Mahkeme bunu da kabul etti. Cezanın üst sınırdan verilebilmesi için askeri hizmete zarar vermesi koşulu da araştırılmadı! Asker kişi ile yaptığı konuşmanın içeriği tartışılmadı.

    -Dönemin başbakanından, içişleri bakanına kadar bütün aktörleri davaları yakından takip etti. Şükrü Kaya, Donanma Komutanı’ndan gelişmeleri an ve an öğrendi. Mahkeme üzerinde baskı kuruldu. Medyada Nazım ve arkadaşlarını ‘suçlu’ gösteren haberler birbirini izledi. Uzak yakın dost akraba kim varsa mahkemeye sevk edildi.

    -Avukatların, “iddianamede bir suç öğesi bulunmadığını, bu sebeple bu davanın düşmesi gerektiğini” belirten sözlerine Savcı Şerif Budak; “Biz bu davada delil arayacak kadar saf değiliz” diyecekti.

    -Mahkeme, Adalet Bakanlığı’ndan gelen; “Listede isimleri yazılı olanlar, her Türk vatandaşının okuması için neşredilmiş kitaplardır.” Yazısını dikkate almadı.

    -Sanıkların ifadeleri değiştirilmeye zorlandı, fiziki ve psikolojik işkenceye uğradılar. Bir tanık, kendisine makam ve para teklif edilerek bilgi toplamaya zorlandığını itiraf etti.

    Nâzım Hikmet, bomboş bir dosyadan ve iddiaları çürütmesine rağmen önce Askeri Ceza Kanunu’nun 94. Maddesine göre 15 yıl ağır hapse mahkûm edildi. Ardından bir kez de ’orduda komünist örgüt kurmak’ suçundan 20 yıl ağır hapse mahkûm oldu. Yasal indirimler yapıldıktan sonra cezası 28 yıl 4 ay ağır hapis olarak bağlandı. Aynı davada Hikmet Kıvılcımlı ve Kemal Tahir 15 yıl, diğer sanıklar 18 yıl ile 3 yıl arasında cezalara çarptırıldılar. Cezalar 29 Aralık 1938 tarihinde onandı.

    Nazım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı sağlık nedenleriyle 6 aylığına serbest bırakıldılar. Kıvılcımlı ülkeden kaçmaya çalışırken yakalandı hapse gönderildi. Nazım ise kendi iradesiyle hapse geri döndü. Muhtemelen bir şekilde affa uğrayacaklarına inanıyordu. Halbuki, tam 13 yıl boyunca, hapiste kalacaktı.

    14 Mayıs 1950 seçimleri ile iktidara gelen Demokrat Parti’nin ilan ettiği genel afla hapisten çıktı. Ancak baskılar bitmedi. Sürekli izlendiği ve çürüğe ayrıldığı halde 48 yaşında yeniden askerlik yapmaya çağrıldı. Öldürüleceğine dair bilgiler gelmişti. Bir suikast girişimine maruz kaldı. 17 Haziran 1951'de Karadeniz'den bir gemiyle Bulgaristan'a kaçtı. Sürgündeyken vatandaşlıktan çıkarıldı. Yurda dönemedi. 

    Nazım Hikmet, ‘vatan hain’ yaftası ile vatandaşlıktan çıkarılmasına çok üzüldü. “Evet vatan hainiyim’ başlıklı şiir ile duygularını dile getirdi: 

    "Evet vatan hainiyim

    Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.
    Vatan çiftliklerinizse,
    kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
    vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
    vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
    fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
    vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
    vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
    ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
    vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
    ben vatan hainiyim.
    Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
    Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."

    Nazım Hikmet, Türkçenin en büyük şairinden biri kabul ediliyor! 2009’da yeniden Türk vatandaşlığına kabul edildi. 

    Şiirleri dillerden düşmüyor. Nazım Hikmet hayranlığını bugün yapmak marifet değil, şair hapislerde çürütülürken ve ülkeden ayrılmak zorunda bırakılırken neredeydiniz? Yüzlerce yazar yine hapiste ve sürgünlerde Nazım'ın yaşadığını yaşıyor, Neredesiniz? İktidar kasabına dur diyecek misiniz? 

    Ali Emir Pakkan
    Twitter @AliEmirPakkan
    05 Haz 2017 12:30
    YAZARIN SON YAZILARI