Biraz daha yatayım demiştim o sabah. Telefonum çaldı.
“Bu kadar erken saatte arayan da kim o’la ki” dedim içimden. Daha telefonu elime almadan yüreğimi endişe kapladı ve kimin aradığını merak ettim.
Türkiye’den bir arkadaş idi arayan. Uyandırdığı için özür diledikten sonra, “Yusuf abiyi kaybettik” deyiverdi.
O kadar hızlı.
O kadar çabuk.
O kadar ani idi ki bu acı haber.
Bir anlık şokun ardından 'İnna lillahi ve inna ileyhi raciun' ayeti döküldü dilimden.
Hiçbir şey yapamadım.
Ne yapacağımı bilemedim.
Ağlayamadım da.
Sadece yatakta oturdum ve aralık duran panjurların gerisindeki yeşilliğe bakakaldım.
Annemin ölüm haberini aldığımda da aynısı olmuştu. Sadece şaşırmış. Şok yaşamış. “Gitmeliyim” deyip, canlı yayına sadece 15 dakika kalmışken Mahmut Filizer Bey’e durumu anlatıp hızla ayrılmıştım şimdi yerle bir edilmiş olan Samanyolu Tv binasından. Yolda atlatmıştım ölüm haberinin şokunu. Gözyaşlarım ondan sonra hiç durmamıştı ta Ankara’ya varıncaya kadar.
Bu defa öyle olmadı.
Bir yere gidemedim.
Bir hamle yapamadım.
Ne yapacağımı bilemedim.
Yalnızlık bataklığında kendimi daha da yalnız hissettim.
Neden sonra kendime gelip bırakıverdim gözyaşlarımı.
Yusuf Ziya abime ağladım.
Aslında çoğunuzun bilmediği çile ve sıkıntılarla geçen yıllarına, katlanmaya mecb ur kaldığı acılara, hastalıklarına ve çektiği acılara ağladım.
Yusuf abi de ayrılmıştı aramızdan.
Son bir veda bile edememiştik.
Her telefon konuşmamızdan sonra “hakkını helal et” derdi. Ben de “estağfirullah abi, asıl Siz hakkınızı helal ediniz” derdim.
“Benden yana helali hoş olsun Asım” derdi mavi gözlü, her daim mütebessim ama yüreği gamlı Yusuf abim.
1993 Mayıs sonu ya da Haziran başlarında tanımıştım kendisini.
İstanbul’da, televizyonun ilk stüdyosunun olduğu Çemberlitaş FKM’de elime, okumamı istediği metinleri o tutuşturmuştu.
“Madem gelmişsin buralara kadar, gel bir kayıt yapıp durumuna bakalım” demiş ve ilk çekimimi O yaptırmıştı.
Sonrasında ise yıllar sürecek “spikerlik-sunuculuk” derslerine başlamıştı.
Öğretmenim, ustam, terbiyecim, abim, dostum olmuştu.
Zaman zaman kızdırdığım oldu, üzdüğüm oldu, sabrını zorladığım oldu. Ama celallendiğinde bile ben Yusuf Ziya Özkan abimden hiç korkmadım. Çünkü müthiş bir şefkâti, merhameti vardı. Öfkesi durulunca “çok yüklenmedim umarım”, “kırmadım umarım, kırdıysam hakkını helal eyle” derdi... Ne hakkım olacaktı ki.
Metin okumayı, metin değerlendirmeyi, sesi kullanmayı, kameraya bakmayı, diksiyonu, etkili konuşmayı ve spiker-sunuculukla ilgili ne varsa O’ndan öğrendim.
Spiker-sunucu olarak bir “şey” isem... Allah’ın lütf u keremi başta olmak üzere, Yusuf Ziya abimin eseriyim.
“Sen de bana çok benziyorsun” derdi. “Duygusallığın, hızlıca celallenmen ve mesleki disiplininle bana benziyorsun...”
Keşke gerçekten benzemiş olabilseydim.
“Boşver be Asım! Hepimiz öleceğiz.”derdi, benim bazı hadiseler karşısında fazlaca üzüldüğümü gördüğü zamanlar.
Bu hayatın,
etrafımızdaki kavganın-gürültünün,
çekişmelerin,
kıskançlıkların,
anlaşmazlıkların,
sevdaların,
aşkların ve daha nicelerinin fâniliğini hatırlatırdı.
Türkiye’deyken sık sık arar, sormaya gayret ederdim. Bayramlarda asla ihmal etmemeye özen gösterirdim. Bir keresinde “biliyor musun Senden başka da arayan yok zaten...” demişti. Üzülmüştüm. Ama “üzülme” demişti. “Bizim mesleğimizin en nankör taraflarından biri de budur” demişti. “Göz önünde değilsen unutulursun.”
Şimdi O yine göz önünde olmayacak ama ben kendisini asla unutmayacağım.
Yusuf abim, mekanın Cennet.. komşun da o çok sevdiğin Peygamberimiz (sav) olsun.
ASIM YILDIRIM
5 Eylül 2021 / ABD