Dini hayatın ikame edilmesinde düşünce ve eylem birlikteliği çok önem arz ediyor.
İbadetler, dinin ruhu olan ahlak düşüncesinden ayrı düştüklerinde anlamını kaybeder. İbadetler ruhunu kaybeder, şekilden ibaret şablona dönüşür. Bazen manayı siret-i (ahlakı) ruh anlamında da kullanıyoruz. Mevlana insanı düşünceden ibaret görür. İnsanın asıl manasını düşünmesindendir. Bunun göstergesi ise Rahman’ın insanlığa en büyük ikramı olan beyan nimetini idrak etmektir. Bu nedenle “eylem” ile “düşünce” aynı hakikatin iki ayrı göstergesidir. Biri olmadan diğerinin anlamı olmaz, olamaz.
İbadetler “niyet etmekle” başlar. Niyet, yapılacak ibadetin düşünce planındaki zihni hazırlığıdır. İbadetin şuurunda olunarak yapılması için ön hazırlığın gereğince yapıldığını gösterir. Her ne kadar niyet fıkıh literatüründe salt “kast” olarak ifade edilse de. Aslında niyet kişinin bütün benliğiyle yapacağı işlere yönelmesidir.
İbadetlerin ruhu, görünen surette değil, farz olunmasındaki hikmetli manalarındadır. Bedene ve ruha ait hakikatlerin anlaşılması için yine Mevlana’ya müracaat edelim “Eğer cesetle yaptıklarımız ruh ve şuurdan uzaksa bizi istenilen insani hedefe götürmezler. İnsanın hayvanî hayattan insanî hayata geçişi ancak bu düşünce şuuru ile mümkündür.”
Üstad Bediüzzaman hazretleri de “hayvaniyeti bırak ruh ve kalbin derece-i hayatına çık” derken bize bu hakikati ifade eder.
Kur’an’da dile getirilen “kel kıredeti” hakikati de bize şekil ve suret olarak benzemenin gerçekle aynı olmadığını ifade etmek içindir. Mevlana insanın ihtiyaçları bakımından ruh ve beden olarak farklılığını şu örnekle ifade eder:
Beden ruhun atıdır. Dünyayı da atın ahırı olarak görür. Atla binicinin ihtiyaçları bir değildir, der. Atın yiyeceği yem binicinin yiyeceği olmadığı gibi onun çok daha üstün ihtiyaçları vardır. İnsan eğer bedene ait zevkleri baskın hale gelmişse insaniyetten uzak hayvaniyete yakındır. Bedenin nefis dairesi hayvani dairedir. Dünyayı da ahiretten ibaret görür. Maalesef midesi ruh ve kalbine baskın gelenlerin hali budur. Gönderiliş gayesini bundan ibaret görenlerin durumunu Kur’an “belhüm edal” olarak ifade eder.
Duvara boya çalarak dıştan çok cafcaflı olmasını sağlayabiliriz. Fakat bu onun çok sağlam olduğu anlamına gelmez. Maalesef dini, bazı biçimsel ritüellerden ibaret görmek dinin özünün kaybına sebebiyet vermiştir. Hiç bir tabloda resmedilen nesne onun aslı gibi değildir. Ruhuyla kalbiyle ve aklıyla bir işe yönelmeyen bir kişinin yaptıkları, sadece şekilden ibarettir. Örneğin bir elma tablosu elmanın rengini, çapını yansıtsa da elmanın tadı lezzeti rayihasını asla yansıtamaz.
Ruhtan mahrum olan ibadetler zamanla yapan kişi tarafından sûreten takdis ve tazim olarak algılanmaya başlanır. İşte siyasal İslamcıların örtünmedeki haya ve edep ruhu yerine sadece başörtüyü takdis etmeleri gibi. Başörtünün hayâ ve edepten yoksun olduğunda sadece bir bez parçasından ibaret kaldığı gerçeği gibi. Sonuç: ortalıkta gezinen bedeni örtük ama ruhu çıplak yığınlar...
Yine Mevlana’ya dönelim; “Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yoktu, Nice elbiseler gördüm içinde insan yoktu.”
Suret ve şeklin gaye haline geldiği günümüzde gerçek manada dinin ruhundan bahsetmek çok zordur. Kısaca düşünmeye önem vermeyen fert ve toplumların hakikatleri idrak seviyeleri hayvanların gerisinde olacaktır. İcra edilecek eylemlerin keyfiyetinin farkında olarak yapılması önemlidir. Biz buna şuurlu ibadet ve hareket diyoruz. İnsanı insan yapan da bu şuurdur. Robotların ve yapay zekâların insana önemli hizmetler sunduğu günümüzde zîşuur olan insanın ileriye doğru adım atmaması ne acınılacak bir durumdur…