“Hakkın hatırı alidir, hiçbir şeye feda edilemez” sözü maalesef çoğu zaman, sadece sözde kalıyor. Kendisine hayatta hak ettiği bir karşılık bulamıyor. Halbuki, taat ve ibadetler ferdin Allah’a karşı sorumluluğuyken, hak ve adaletin yerini bulması herkesin hem herkese hem de Allah’a karşı sorumluluğudur.
Fert, toplum ve millet hayatının vazgeçilemezleri olarak üzerinde ittifak edebileceğimiz değerlerin başında hiç şüphesiz ki hak ve adalet gelir. Zihinlerimizde biraz daha somutlaştırabilmek için konuyu bir örnekle izah etmek gerekirse, adaleti her yerde ve zamanda değeri geçerli olan altına benzetebiliriz. Malum olduğu üzere her ülkenin kendi parası var ve bu paralar başka ülkelerin paraları karşısında farklı farklı değerler ifade eder. Oysa altın öyle mi? Hangi ülke olursa olsun altın aynı değere sahiptir. Şayet yeni bir zihniyet inşaasına girişilecekse insanlığın altın kıymetindeki ortak değeri olan adaleti merkeze alabilir, sosyal sözleşmelerimizi hak, hukuk ve dolayısıyla huzur ve mutluluk vaat eden bu değer üzerine oturtabilir, daha barışçıl, daha müreffeh bir geleceğe yürüyebiliriz.
İşin özü şudur ki, hak ve adalet duygusu insanın fıtratında vardır ve insanoğlunun doğumuyla beraberinde getirdiği Allah vergisi duyguların en başında gelir. Hak ve adalet duygusu olmadan fert, toplum ve millet hayatında ne düzenden ne huzur ve mutluluktan bahsetmek mümkün olabilir. Bu sebepledir ki, bu yazımızda hak ve adalet kavramları üzerinde durmaya çalışacak, dinler, filozoflar ve ideolojilerin adalet konusunu nasıl ele aldıklarına kısaca değineceğiz.
Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki, hiçbir şey, yani ne din ve inanç ne ırk ve milliyet ne de makam ve kuvvet hak ve adaletin önüne geçemez. Hak ve adalet mevzuu o kadar hassas ve hayatidir ki, ne ferdin hakkı toplumun yararı uğruna ne de toplumun hakkı ferdin çıkarı uğruna feda edilemez.
Hak ve adalet konusuna dinler açısından yaklaşacak olursak işe öncelikle dinlerin nüzul sebebinin, gönderiliş amacının insanlar arasında adaletle hükmetmeyi sağlamak olduğunu ifade etmekle başlayabiliriz. Mesela, İslam söz, davranış, eylem ve şahitlikte adil olmayı emreder, adaletle davranmamayı, adil olmamayı ise şirkle eşdeğer, şirke sapmak olarak görür. Zaten dinler ve beşerî sistemler de ancak hak ve adalet ilkelerini vaaz ettikleri ve bu ilkeleri vaaz ettikleri şekilde uyguladıkları ölçüde insanlar nezdinde kabul görürler. Bu noktada şöyle bir soru akla gelebilir: Acaba adaletin olmadığı dindar bir toplumda mı, yoksa tüm işleri ve ilişkileri adalet üzere olan gayri dini bir toplumda mı yaşamak tercihe şayandır?
Bu soruya verilebilecek belki de en güzel cevabı Moğol hükümdarı Hülâgû ile devrin Ehl-i Beyt alimi İbn Tavus arasında geçtiği söylenen bir münavere oluşturmaktadır. Rivayetlere göre Hülâgû birgün Seyid İbn Tavus’a “Kafir ama adil bir idareci mi, yoksa Müslüman ama zalim bir idareci mi daha iyidir?” diye sorar. İbn Tavus, “Kafir ama adil idareci daha iyidir. Çünkü kafir idarecinin inancı kendine, adaleti ise halkadır. Müslüman idarecinin ise inancı kendine, zulmü halkadır,” şeklinde cevap verir.
Benzer bir görüşü Molla Cami de dile getirir. Öte yandan, kendisine yöneltilen “devletin dini var mıdır?” şeklindeki bir soruya karşılık Hz. Ali’nin (r.a.) “devletin dini adalettir, adil olmayan devletin dini yoktur” şeklindeki cevabı da bu konuda bir deniz feneri ölçeğinde yol göstericidir.
Hak ve adalet konusunda filozoflar da çeşitli düşünceler serdetmişlerdir. Mesela, Aristo’nun adalet anlayışı hiç de bugün anladığımız anlamdaki hak ve adalet anlayışına karşılık gelmez. Çünkü, Aristo hiçbir ayrım gözetmeyen mutlak adalet yerine “faziletli kişileri” ve idarecileri hak ve adalet konusunda kayırmayı tercih eder.
Mevzu hak ve hukuk olduğunda hiçbir ayrım gözetmeyen adil şahsiyetlerin varlığına tarih boyunca az da olsa rastlanır. Ancak, aynı tarih en kesif zulümleri adaletmiş gibi gösteren mütecaviz zalimlerle doludur. Tarihe, tarihi olaylara, tarihi şahsiyetlere ve devletlere belirli bir ideolojik veya bir inanç perspektifinden ziyade hak ve adaleti önceleyen vicdani bir perspektiften bakanların bundan farklı bir tablo görmesi imkansızdır. Doğaldır ki, bu söylediğimi dünyayı gördüğünden, ilmi bildiğiden ibaret görenlerin, hayatları siyaset ve hamasetten ibaret olanların, tarihi olguları ve şahısları şeksiz şüphesiz bir sahiplenme duygusuyla putlaştıran hak-hukuk tanımazların anlayabilmesi kolay değildir.
Halbuki haktan, hukuktan, ahlak ve adaletten daha kutsal bir şeyin olamayacağının bilinciyle, sadece yaşadığımız dönemin olaylarına değil tarihteki olaylara ve geçmişteki olgulara da hak, hukuk, ahlak ve adalet noktayı nazarından bakabilmeyi becerebilmeliyiz. Sırf dini, dili, ırkından dolayı ferdin hakını topluma, toplumun hakını ferde feda edenleri, başkalarının hakkına girenleri, kitlelerin hukukunu inkâr edenleriyüceltemeyiz.
Mademki hayat en kutsal şeydir ve mademki hayatımızın sahibi de Allah’tır, hayata hayat olan hak ve adalet gibi değerler de değerlerin en kutsalıdırlar. Şöyle bir düşünün, insan neye göre haklı olur, neye göre haklı bulunur? Tabii ki hakka, hukuka göre.
İnsan da ancak hakkın, hukukun, adaletinve ahlakın kendi tavır ve davranışlarında tecellisi nispetinde insan olabilir. Bu sebepledir ki, belki de bakış açımızı yeniden gözden geçirmeliyiz. Mesela, “Bir kişi illa Müslüman olmalıki iyi bir insan olabilsin” anlayışı yerine “Bir kişi mutlaka iyi bir insan olmalı ki iyi bir Müslüman olabilsin” anlayışına yönelebiliriz. İnsan gibi insan olamayanın Müslümanlığını tartışmak abesken, iyi insan ol(a)mayanın Müslümanlığı zaten olmuştur heder!..