Kürt ve Zaza aydınlarından kısaca bahsettiğimiz seri yazının bugünkü bölümünde isyan çıkardığı gerekçesiyle 1925 yılında idam edilen Şeyh Sait Efendi’nin ailesinden bahsedeceğim. Şeyh Sait’in oğlu Şeyh Salahattin Efendi ne zaman yaşadığımız yöreye gelse bizim eve misafir olduğu için bu aileyi şahsen yakından tanıma imkânım olmuştu. On binlerce insanın vaaz ve sohbetlerine katıldığı bu alim zat, ne zaman evimizde misafir olsa babamın dedesi Sofi İsmail ve Şeyh Sait’le birlikte kaldığı 2,5 yıla dair hatıralarından bahsederdi. Benim okumama vesile olan da ve eğitim için Erzurum’a ilk gittiğimde bir ay evlerinde misafir eden de Şeyh Selahattin Efendi’nin ailesiydi. Dolayısıyla bu aileye dair yazacaklarım bizzat kendilerinden dinlediklerime dayanıyor.
Merhum Şeyh Sait Efendi’nin babası Şeyh Ali Septi’nin oğlu olan Mahmut Fevzi Efendi’dir. Şeyh Ali Septi ise, yaşadığı devirde Nakşibendiliğin Halidi kolunu temsil eden mümtaz bir şahsiyettir. Şeyh Ali Septi’nin Mevlâna Halidi Bağdadi’nin halifesi olmasında şaşılacak bir durum yoktur. Çünkü, bölgedeki birçok ehli ilim ve meşayih bu aileye mensuptur. Burada konumuz sadece aileyi hedef alan zulüm, katliamlar ve tehcirler olduğu için ailenin ilmi tarafı üzerinde derinlemesine durmayacağım.
Her bir ferdi zulmü, baskıyı ve sürgünü iliklerine kadar yaşamış olan bu aile, başta Elazığ’ın Palu, Diyarbakır’ın Dicle yöreleri ve Erzurum olmak üzere geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Şeyh Said Efendi’nin kendisi de zengin bir tüccar olmanın yanı sıra alim ve fazıl bir zat olarak bilinirdi. O günün şartlarında bile dünya basınını yakından takip etmeye çalışan bir şahsiyet olarak anlatılır hep. Kendisi çok dindar olmasına rağmen Şeyh Said Efendi’nin kâtibi Fehmi Bilal isminde Liceli bir ateistti. Şeyh Said Efendi’ye tepkiyle “Bu ateisti neden yanında gezdiriyorsun?” diye soran olduğunda, Fehmi Bilal’in birçok dil bilmenin yanı sıra hukuki mevzulara hakimiyetinden bahseden Said Efendi’nin “Bu konuda bir daha sizden bir şey duymak istemiyorum” diyerek tepki gösterdiği anlatılır.
Resmi tarih, tahmin edilebileceği gibi, Şeyh Said Efendi’nin ve çevresindekilerin idamı ile neticelenen hareketi ideolojik bir perspektiften çarpıtarak anlatmaktadır. Doğru, başlattığı hareket artan baskı ve inkâr politikalarına karşı bir dini kıyam hareketidir. Ama durduk yere ve sebepsiz midir? Cumhuriyet’in ilanından sonra Erzurum ve Sivas kongrelerinde alınan kapsayıcı ve kuşatıcı kararların hilafına atılmaya başlanan adımlar ve ırkçılığa varan milliyetçi politikalar Anadolu’nun birçok bölgesinde inançlı kesimleri hak arayışlarına sevketmişti. Resmi tarihin “Şeyh Sait İsyanı” adı altında anlattığı hadise de bunlardan sadece biriydi. Hadisenin patlak vermesine yol açan provokatif hadiselere hiç girmiyorum. Tıpkı 1990’lı yıllarda açılan İngiliz arşivlerinden çıkan belgeler gibi, arşivler açılıp da gerçekler tek tek ortaya çıktığında bu olayı tek yanlı olarak anlatan resmi tarihin gerçek mahiyeti de mutlaka ortaya çıkacaktır.
Şeyh Said hadisesi sonucunda, Bingöl’ün Çan/Melekan şeyhleri ve alimlerinin idam edilmeleri örneğinde olduğu gibi, bölgedeki pek çok dini şahsiyet idam suretiyle katledilmişti. Katledilen alimlerin ailelerinin yanı sıra bölgenin ileri gelen kanat önderleri ve sıradan halktan binlercesi de sürgün edilmişlerdi. Bölge halkı Cumhuriyet’in ilk yıllarında izlenen baskı ve zulüm politikaları yüzünden önderlerini, alimlerini kaybetmiş ve adeta yetim bırakılmıştı. Sürgün edilenler kadar geride bırakılanlar da hep bir korkuyla yaşamışlardır. Politik baskıların yanı sıra jandarmanın sürekli kapılarını çalması da eksik olmamıştır. Bölgenin okumuş gençleri ise zindanlara, hapishanelere atılıp işkencelerden geçirilmiştir. Yurdunu yuvasını terk etmek zorunda kalanlar arasında Bağdat’a kaçmak zorunda kalan Şeyh Said’in büyük oğlu Ali Rıza Efendi de vardı. Ali Rıza Efendi, ancak af çıktıktan sonra memleketine dönebilmişti. Şeyh Said’in küçük oğlu ve ailenin geri kalanı ise Çorlu’ya sürgün edilmişti. Şeyh Said’in kardeşleri de Suriye’ye göç etmişlerdi.
Ali Rıza Efendi de tıpkı babası gibi ilim, irfan sahibi bir şahsiyetti. Yaşanan olaylar ve akabinde devam ettirilen karalama ve propaganda kampanyalarından dolayı çok yakın dostlarının bile selamı sabahı kesip, uzak durmalarından hep dert yanardı. Çok ciddi mağduriyetler ve mazlumiyetler yaşadıklarından bahsederdi. Bu zulüm ve inkâr politikalarına rağmen Ali Rıza Efendi şiddete karşıydı. İnkâr ve baskılara karşı silahlı mücadele yerine ilim tahsil etmek ve halkı şuurladırmak suretiyle mücadele etmeyi tercih ediyor ve çevresine de bunu tavsiye ediyordu.
Babası Şeyh Said Efendi’nin liderlik ettiği hadise başta olmak üzere Sason, Dersim ve Ağrı Zilan hadiselerinin şiddetin yol olmadığını gösterdiğine inanıyordu. Çevresindeki insanlara da bulduğu her fırsatta şiddet içeren bu tür faaliyetlerin müspet neticeler vermeyeceğini anlatıyordu. Kürt gençlerine okumalarını ve dünya kamuoyuna haklı davalarını anlatabilecek donanımlara sahip olmalarını salık veriyordu. Kürt Sorunu’nun demokratik sivil çevrelerce dahi iyi bilinmediğinden yakınan Ali Rıza Efendi, bunu Kürt Sorunu konusundaki çalışmaların yeterli olmamasına bağlıyordu.Kendisine “şeyh” denilmesini istemeyen Ali Rıza Efendi, engin bir ilmi birikime sahip olduğu halde zamanla halktan uzaklaşmış ve adeta inzivada bir hayat sürer hale gelmişti.
Ali Rıza Efendi’nin şiddete karşı olan görüşleri ile Bediüzzaman Said Nursi’nin görüşlerinin paralel olduğunu görmekteyiz. Hatırlanacağı gibi Şeyh Said hadisesi öncesi kendisinden destek almak için gelenlere Bediüzzaman “dahile kılıç çekilmez” diyerek olumsuz cevap vermişti. Bediüzzaman’ın bu pasifist çizgisi, savaş ve şiddetle sorunları çözme devrinin geride kaldığı, medeni insanların problemlerini vuruşarak değil konuşarak halledebileceğine olan inancından kaynaklanıyordu. Ali Rıza Efendi’nin duruşu Bediüzzaman’ın bu çizgisiyle muvafıktı.
Şeyh Sait Efendi ve kendisiyle birlikte katledilen 46 arkadaşının mezar yerleri bugün bile belli değil. Mezarlarının tespit edilmesi yönünde çalışmalar yapma konusundaki girişimlere dahi hala müsade edilmemektedir. Birinci Dünya Savaşı’nda savaştıklarımızla, kendilerine karşı Kurtuluş Savaşı verdiklerimizle her türlü dostluk ve kardeşlik bağı kurulurken (ki kurulmalı), işgale geldikleri topraklarımız üzerinde ölenler için “şehitlikler” yapılıp (ki yapılmalı), hatıraları için anıtlar dikilirken (ki dikilmeli) en ufak empati ve sempati duygusu bugün hala Kürt ve Zaza halklarından esirgeniyor. Bu halklara yönelik yaklaşımlara bugün bile hınç ve kinin hâkim olması ister istemez muhataplarının vicdanını yaralıyor ve sinelerinde hala bar tutamamış derin yaraları tekrar be tekrar kanatırken çok büyük acıların depreşmesine yol açıyor. Reva mı?