Gariplerin başına ne gelirse gelsin, -ister en yakınlarından isterse en uzaklarından- gerek medrese-i Yusufîye’de gerek dışarda, onlar çektikleri acılara/çilelere değil vazifelerine odaklanır; bütün enerjilerini ve vakitlerini Kur’ân ve Sünnet’in bilinmesi ve yaşanması için, ihmal edilen nesillerin ıslahı için kullanırlar.
Allah Resûlü ve müminler, gördükleri her türlü kötülük ve işkenceler karşısında Mekke’yi terk etme kararı aldı ve nice sıkıntı, tehlike ve çilelerle Medine’ye ulaştı. Ancak çok önemli ve dikkat çekicidir. O, asla intikam duygularıyla hareket etmedi; kendilerini öldürmeye kalkışan ve yurtlarından ayrılmaya mecbur bırakan Mekkeli müşrikleri, küfür ve şirkin karanlığından imanın aydınlığına çıkarmaya odaklandı. Kendilerine nice acılar ve gurbetler yaşatan bu zalimlerden intikamlarını, sekiz yıl sonra Mekke’nin fethinde hepsinin kellesini alarak değil kalplerini iman nuruyla buluşturarak aldı.
Zalim müşrikler, Allah Resûlü ve inananların canlarını almayı, mallarına el koymayı hedefledi, gariplerin Seyyidi Allah Resûlü ise onları Allah ile buluşturup ebedi hayatlarını kurtarmayı hedefledi. Müşriklerin hedefi süfli ve batıl, Resûlullah’ın hedefi ise yüce ve haktı. Büyük fedakârlıklar ve kıyasıya mücadeleler sonunda Hak, batıla galebe çaldı ve Mekke’de iman etmeyen Allah’a ve Resûlüne teslim olmayan kimse kalmadı.
Onun için Allah ve Resûlünden müjdeyi hak eden gariplerin hadislerde anlatılan ve nazara verilen bir özelliği de onların salih kimseler olmalarının yanında asıl başlarına ne gelirse gelsin vazifelerine odaklanmaları; kendilerini insanlığın/neslin ıslahına adamalarıdır:
Abdurrahman b. Senne tarikiyle gelen bir rivâyette, “…Yâ Rasûlallah, garipler kimlerdir?” diye sorulunca Efendimiz, “İnsanların bozduklarını (ifsad ettiklerini) düzelten (ıslah eden) kimselerdir.” cevabını verir. (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, IV/73, 74; Heysemî, Zevâid, VII/281) İmam Tirmizî’nin naklettiği bir hadiste ise gariplerin bu ıslah faaliyetlerinin sünnet eksenli olduğu beyan edilir: “… Benden sonra, insanların ifsat edip bozdukları Sünnet’imi, ıslah edip düzeltecek olan o gariplere ne mutlu!” (Tirmizî, İman 13 (2630)) Yine bir başka rivayette “Garipler kimlerdir, ya Resulallah!” denilince Sünnet’i ihya hususu tekrar dile getirilir: “Garipler, Sünnet’imi ihya eden ve onu insanlara öğretenlerdir.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, a.g.e., s. 185)
Evet, fert ve toplumun salahı ve ıslahı, öldürülen Sünnetlerin yeniden diriltilmesine ve yaşanır hale getirilmesine bağlıdır. Bu da ancak Allah Resûlünün hayatının bilinmesine ve Sünnetlerinin öğretilmesine vabestedir. Aksi takdirde insanlar “uydum kalabalığa!” diyecek ve herkesin yaşadığı gibi yaşayacak ya da bildiği gibi hareket etmekle yetinerek onu hak zannedecektir. Hattâ kendisini de çok salih bir insan/toplum ve ıslahçı olarak görecek, bazen kötülüğü emrederken bile iyiliği emrettiğini iddia edecektir. O zaman temel ölçü Kur’ân ve Sünnet’tir; Sünnet’in öğrenilmesi, öğretilmesi ve yaşatılmasıdır. Yoksa ferdî, ailevî ve içtimaî fitne, kaos, fesat ve ifsatlar kaçınılmazdır.
Evet, hadîs-i şerîflerde takdir ve tebcil edilen garipler, gerek yurt ve yuvalarından hicret etmiş muhacirler olsun gerek insanların fesada verdikleri Kur’ân ve Sünnet hayatını yeniden diriltmeye çalışan hakikat erleri olsun mesele değişmez; hakikat aynı kapıya çıkar. Dava, İslâm’ı evrensel yaşamak ve yaşatmaktır. Yaşatma idealiyle yaşamaktır; Kullarını, Allah ile buluşturmak için elçi olmaktır. “Nam-ı celîl-i Muhammedînin bütün bir alemde şehbâl açması” için cihana dağılmaktır. İslâm’ı, Sünnetle yani güzel ahlak ve güzel temsille içtimaî hayatta dâima canlı tutmaktır.
Ancak insanlığa karşı bu yüce vazifeyi yerine getirmek her zaman çeşitli gurbetlere de sebebiyet verir. Bu bir sünnetullahtır. Sadece münkirler bela ve musibetlerle sınanmaz. Müminler de hayırlar ve şerlerle ağır ya da hafif imtihanlara tabi tutulur. Allah Resûlünün ifadesiyle “İmtihanların en ağırıyla da peygamberler onların ardından ise salih insanlar test edilir.” (Bkz. Tirmizî, Zühd 57 (2398, 2399); İbn Mâce, Fiten 23 (4023, 4024)) Bu zaviyeden baktığımızda Peygamberlerin hayatı tam bir çile ve gurbetler manzumesidir. Burada önemli olan çeşit çeşit imtihanlar/gurbetler karşısında, yılmamak, korkuya ya da gevşekliğe kapılıp vazifeyi asla aksatmamak ve terk etmemektir. Yoksa böyle bir ihmal gariplerin yanında o toplumun da sonu olur. Toplum, gariplere sahip çıkmadığı ve onların bu misyonlarını engellediğinde helâk edilmeyi hak eder, garipler de bu vazifeyi terk ettiğinde kaybeder.
Fasık, fâcir ve münafıklar nasıl ki, utanmadan ve yılmadan, cesaretle fesadı/kötülüğü yaygınlaştırmak için uğraşıyor, garipler de buna mukabil ıslahın/adaletin yaygınlaşması ve halkın sulh ve güven içinde olması adına gayret göstermelidirler. İşte garibi yücelten bir vasıf da bu mücadele azmidir. Zira fitne, fesat ve ifsat, Allah nezdinde ne kadar merdut, fesatçı da ne kadar melunsa, ıslaha gayret ve ıslahçı da o kadar makbuldür.
Dolayısıyla sosyal hayatta ıslah sorumluluğunun bilincinde olan ve bunun için her türlü tepkiyi ve mahrumiyeti göz önüne alarak Allah yolunda sadıkane mücadele eden her garip/mümin, Kur’ân ve Sünnetin müjdesini hak edecek bir konum ihraz eder. (Bkz. A’râf, 7/170) Onun, bu misyonu eda ederken yaşayacağı gurbetler, zahiren çile ve meşakkat gibi gözükse de hakikatte ötelerden muştulanmasına vesile önemli bir salih amel ve büyük bir nimettir.
Garipler, İman ve Takva Erleridir
Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) dünya ahiret müjdeye layık olduğunu ifade ettiği garipler, iman ve takvada, hayır ve hasenatta daima insanlığın önündedirler.
Gariplerin bu yönü, Muttalib ibn Hantab’ın rivayet ettiği bir hadiste şöyle ifade edilir: “Allah Resulü, ‘Gariplere müjdeler olsun!’ buyurdu. Bunun üzerine sahabe-i kiram: ‘ya Resulallah, garipler kimlerdir? diye sordu. O, ‘Garipler o kimselerdir ki insanların az yaptığı yerde onlar çok yaparlar.’ buyurdu”
Yani garipler, insanların iman, takva ve hayr u hasenatta/iyilikte geride oldukları ve geriye durdukları bir dönemde önde olan kimselerdir. İmanda, takvada ve hayırda yarışan örnek insanlardır. Onlar imanın ve takvanın hakiki temsilcileri hayır ve hasenatın da öncüleridir. Yaşadıkları gurbetler ya da engellenmeler, onları Rabb’e doğru; O’nun rızasına, mağfiretine ve cennetine doğru son nefeslerine kadar koşmaktan alıkoymaz.
Garipler, Allah yolunda yaptıklarını daima az bulur/yeterli görmez ve “Daha yok mu? Daha neler yapabiliriz?” arayışı içerisinde himmetlerini âli tutar ve hizmetlerini katlamaya çalışırlar. Başkalarının hiç yapmamalarına ya da az yapmalarına takılıp kalmaz kendilerinin ne yaptıklarına ve ne kadar yaptıklarına bakarlar. Başkalarının amel/hesap defterlerini tutmakla ömür tüketmez kendi amel defterlerini hayır/hasenât ve iyiliklerle doldurmaya çalışırlar. Düşmanlık gördüklerinde ya da engellendiklerinde ise “Mukabele-i bi’l-misil/misli misline karşılık vermek” zalim kaidesine başvurmaz, Hakka hizmet edebilecek yeni yollar/metotlar keşfeder, kaldıkları yerden devam ederler.
Garipler, hayatlarını Hakk’a adanmışlık şuuruyla yaşayan Rahman’ın has kulları, mütevazi kişilerdir. Onlar bir taraftan kendi iç dünyalarını mamur ederken diğer taraftan dış dünyaları imar için de fedakârca çalışır; bunun için kimseden bir karşılık ve takdir de beklemezler. İmam Nâfî’nin, İmam Malik’ten naklettiği şu olay bu mana kahramanlarını en güzel şekilde anlatır:
“Hz. Ömer bir gün Mescid-i Nebeviye girer ve Muaz İbn Cebel’i Peygamberimiz’in kabrinin yanı başında oturmuş ağlarken görür. Bunun üzerine kendisine; ‘Niçin ağlıyorsun ey Abdurrahman’ın babası! Yoksa kardeşin mi öldü?’ diye sorar. Hz. Muaz: ‘-Hayır ya Ömer! Kardeşim ölmedi. Lakin beni ağlatan şey, sevgili Peygamber’imin (sallallahu aleyhi ve sellem) bana bu mescitte söylediği bir sözdür.’ Hz. Ömer ona bu sözün ne olduğunu sorunca Hz. Muaz şu hadîs-i şerîfi nakleder:
“Şüphesiz riyanın azı bile şirktir. Kim Allah’ın (celle celâluhu) veli bir kuluna düşmanlık yaparsa Allah’a karşı savaş ilan etmiş olur. Allah, itaatkâr, takva sahibi ve amellerini gizli yapan kullarını sever. Onlar o kimselerdir ki ortadan kaybolduklarında aranmazlar. Bir mecliste hazır bulunduklarında ise tanınmaz ve çağrılmazlar. Onların kalpleri hidayet kandilleri gibidir. Kapkaranlık fitnelerin kol gezdiği devirlerde bile onlar hiçbir yara almadan ve bir zarar görmeden çıkarlar.” (İbn Mâce, Fiten 16)
Evet, garipler, riyadan gösterişten alabildiğine uzak ihlas, rıza ve tevazu abidesidirler. Onlar makama, şöhrete, siyasete/devlete talip değil, insanlığa hizmete ve sadece Rabb’lerinin rızasına taliptirler.
Onlar, Allah’ın veli kulllarına -kavlî ve fiilî- düşmanlık yapanların Allah’a savaş açtığını çok iyi bilir ve iyiliğe/hakka savaş açan zalimlerin kaybedeceğine aksine ihtimal vermeyecekleri şekilde yakinen iman eder; sarsılmadan yollarına devam ederler.
Onlar, hizmetleriyle, fedakârlıklarıyla görünme/bilinme davasında değil, Hak ve hakikati hakkıyla duyurma ve temsil davasındadırlar. Bulundukları ortamda manevî bir kandil mesabesindedirler. Bu uğurda yaptıkları ve elde ettikleri her türlü iyilik/güzellik ve başarıyı da Rablerinden bilir zerresini nefislerine nispet etmezler. Onlar bu duruşlarıyla -Allah’ın izni ve inayetiyle- imtihan dönemlerini ebedi hayatları adına zarar görmeden atlatır; kazanmayı bilirler.