İzmir’den Antalya’ya giden otobüse son anda yetiştiğimden koltuk seçme sansım yoktu. Otobüsün arka kapısının hemen karşısındaki koltuğun koridor tarafına bilet kestirdim. Otobüsün hareket saatine de çok az bir zaman kaldığı için koltuklar üzerindeki küçük bagajlar için ayrılmış kabine el çantamı ve pardösümü çıkarıp yerleştirdikten sonra koltuğuma oturdum.
Ben yerime oturduktan hemen sonra orta yaşlarda bir beyefendi bana doğru yaklaştı. Benim koltuğun hizasına gelince ceketini çıkarıp kabine yerleştirdi. Belli ki yanımdaki boş yere oturacaktı “Geçebilir miyim” dedi kısık ve kibar bir ses tonuyla. “Estağfurullah” dedim. Kalktım beyefendiye yer verdim. Oturup koltuğa yerleştikten sonra başını cama yaslanıp dalgın dalgın dışarıyı seyrederken nefes alışverişinde efkarın alameti çok bariz bir şekilde seziliyordu.
“Merhaba” dedim. Yine kısık ve kibar bir ses tonuyla “Merhaba” dedi. Ecdâdın insanları tanıma konusunda; Yol arkadaşlığı, sofra paylaşımı, yani misafirlik ve ticaret yapma gibi yabana atılmayacak tecrübeleri vardır ve çok isabetli bir metottur. Beş buçuk altı saatlik de olsa bir insanla yan yana diz dize yolculuk yapacak, dar bir mekânı paylaşacaktık. Yolculuğu da sıkıcı olmaktan kurtarmak için muhabbet etmek ihtiyacı doğuyordu. Fakat beyefendinin her hâli sıkıntısının olduğunu ele veriyordu. “İzmirli misiniz” diye söze girdim. “Sayılır” dedi. Sustu. Ben de arkasını kurcalamadım “Sayılırım” kelimesinin manasını.
-Antalya’ya gidiyorsunuz?
-Evet
-Ziyaret mi, ticaret mi?
-Ziyaret
-Kiminiz var Antalya’da?
-Oğlum
-Ne iş yapar oğlunuz?
-Öğretmen
-Oo çok güzel. Kutsal bir meslek
Sustu bir müddet. Sadece sorduğum sorulara kısa cevaplar veren bu kibar insanın bir derdi vardı ama konuşmadan da anlaşılamazdı ki. Onun için de kolay değildi tabi. Bir otobüs yolculuğunuzda her derdini fâş edecek hali yoktu ya.
-Oğlunuz ne öğretmeni?
-Edebiyat öğretmeniydi
-“Öğretmeniydi” derken; şimdi değil mi?
“Değil” dedi, ses tonu değişti ve gözleri buğulandı. Hani doktor insanı muayene ederken dokunduğu yerden insanın vereceği tepkiyle ağrıyan yeri tespit eder ya; bu beyefendinin de sıkıntısı o noktadaydı.
-Neden? Öğretmenliği mi bıraktı?
-Bıraktırıldı
-Yoksa siz de mi KHK mağdurusunuz?
-Evet
“Evet” dedikten sonra otobüse bindikten beri hep dışarıya bakan ve cama yaslanır bir vaziyette konuşan bu dertli insan bana doğru ilk defa baktı. Benim ona “Yoksa siz de mi KHK mağdurusunuz” cümlesinde ki “Mağduru” cümlesinden cesaret alarak, o da bana sorular sormaya başladı. Çünkü beni tanımak ona göre anlatacaklarını anlatacaktı sanırım. Tahmin ettiğim gibi de oldu. Maalesef toplumda o kadar boş boğaz insan var ki; malumatı olmadığı birçok konuda ahkam keser kalp kırar gönül yıkar oldular. Mesela şimdi bu yaralı insanın durumuna vakıf olsaydı böyle biri “Yoksa siz de mi hainlerdensiniz ya da siz de mi Fetöcüsünüz diye muamele edebilirdi, belki daha büyük hakaret görür hatta otobüsten bile indirilebilirdi” Evet bunlar Türkiye’de defalarca vukuu bulmuş hadislerdi. Onun bana derdini açmasına “Mağduru” kelimesi adeta şifre oldu. Bana hayli sorular sorup fikriyatımı öğrendikten sonra içindeki magma misal kaynayıp köpüren dertlerini anlatmaya başladı bu kibar insan.
Oğlum Antalya’da özel bir kurumda edebiyat öğretmeni, gelinim de devlette sınıf öğretmeniydi. Önce oğlumun okulunu kapattılar. Oğlum işsiz kalınca teselli ettik. “Oğlum Allah bir kapıyı kapatır bin kapı açar sıkma canını. Üstelik bak gelin de çalışıyor aç kalmazsınız” Ama oğlumun okulunu kapatanlar bununla yetinmediler. Oğlumun öğretmenlik lisansını da iptal ettiler. Arkadaş bu insan mesleğinin sevdalısı. İşi bu. Bu zamana kadar hiç başka bir iş yapmamış ki; bu saatten sonra ne yapar ne eder? Bu soruları her mağdur insan gibi biz de soruyorduk. Geçen gün bu zulme sebep olan iktidar partisinin bir il başkanı çıkmış televizyona “Bu insanlar ne yer ne içer” dendiğinde kendisine, utanmadan “Ağaç kökü yesinler dedi” Eee Allah nelere kadir kime ne yedireceğini tarih gösterecek. Ama Allah kimseye böyle bir halt yedirmesin. Hasılı biz böyle düşünüp dururken gelini de KHK ile ihraç edip onun da öğretmenlik lisansını iptal ettiler. Bir anda çocuklar perişan oldular. Bizim durumumuz da öyle pek iyi değil. Bir emekli maaşımız var idare ediyoruz. Bir diğer oğlum da üniversite okuyor. Çocukları İzmir’e yanıma çağırdım. Hayli zaman yanımızda kaldılar. İki yaşında da bir erkek torunum var. Çocuklar bir müddet sonra müsaade isteyip Antalya’ya aylardır kapalı olan evlerine bakmaya gittiler. Çocuklar eve giriyor arkasından polis baskın yapıyor. Oğlumu ve gelinimi kucaklarında çocukla beraber alıp götürüyorlar. Oğlum bir fırsatını bulup komşuya benim telefonumu veriyor “Babamı arayın durumu bildirin” diye. Sağ olsun aradılar hemen apar topar Antalya’ya gittim. Tabi ben direk emniyet müdürlüğüne gittim. “Oğlunuz burada yok” dediler. O karakol senin bu karakol benim arıyorum. Sonra bir karakolda ismine rastladık ki eski bir iplik fabrikasını nezarete çevirmişler bizim oğlanı orada tutuyorlarmış. Beş gün sonra oğlanı bulduk. Daha sonra gelini aramaya başladım. Derken onu da buldum. Baktım kızım perişan olmuş. Kucağında sütten yeni kesilmiş yavrusu. Dayanamadım onları öyle görünce. Benim tansiyon fırladı bayılmışım. Kendime geldiğimde koridorun bir tarafında beton zeminde yatar buldum kendimi.
Bu kibar insan bunları anlatırken gözyaşlarına boğulmuş beni de ağlatmıştı. Devam etti.
Yetkililerden “Bari torunumu verin de eve götüreyim” dedim. “Senin kendine hayrın yok bir de çocuğa mı bakacaksın” deyip bir de azar işittim. Aklıma bizim üniversitede okuyan oğlum geldi. Torunum da amcasına çok düşkün. Belki ona verirler diye hemen İzmir’i arayıp “Hanım hemen Hakan’la birlikte Antalya’ya gelin” dedim. Antalya İzmir arası beş-beş buçuk saat ama. Dertli olunca insan saatler yıl oluyor arkadaş. Geldiler zar zor ikna edip çocuğu aldık ellerinden. Paramız da yok da; ne yapalım kredi mıredi çeker öderiz deyip hemen bir avukat bulalım dedik. Koca Antalya’da bizi savunacak bir avukat bulamadık. Torunu da aldık döndük İzmir’e. Az yol değil kardeşim git git gel iflahımız kesildi. Elimizdeki üç beş kuruş emekli maşını da otobüs firmalarına yedirir olduk. Böyle bir iki ay geçti. Bu arada küçük oğlan Hakan da İzmir’de üniversiteye devam ediyor. Bir gün kaldığı evi polisler basıyor. Hakan'ı alıp götürüyorlar. Bir hafta haber alamadık çocuktan. Sonra öğrendik ki oğlumun evine gelen polis o adreste daha evvel oturan birini arıyor. Ama buna rağmen oğlumun hiçbir suçu olmadığı halde şimdi sürekli gidip karakola imza veriyor. Yarın Antalya’da oğlumun görüş günü ona gidiyorum. Bilmiyorum bu işin sonu nereye varacak. İŞİD’i, PKK’sı şehirleri kan gölüne çevirirken bizim karınca basmaz efendiler zindanlarda çürüyor. Allah sonumuzu hayr etsin.
-Amin ecmain
Ama geçen geldiğimde oğlumun morali çok yüksekti. Şaşırdım “Oğlum” dedim. “Eyvallah moralinin yüksek olması bizi de mutlu ediyor. Ama bu moralinin yüksek olmasının hikmetini bize de söyle de biz de istifade edelim. Eşin bir tarafta sen bir tarafta biz ve oğlun bir tarafta” “Baba” dedi. “Rabbim bize öyle manevi gıdalarla besliyor ki; gün geçmiyor ki gerek yakaza gerek rüyalarla Başta Efendimiz SAV olmak üzere birçok peygamberler ve büyük zatlar bizi ziyarete geliyor. Akıbetimizle ilgili güzel müjdeler veriyorlar. Biz mutlu olmayalım da kim mutlu olsun”
Bu ana kadar sesiz sessiz gözyaşları süzülürken yanaklarına bu hadiseyi anlatırken hıçkırıklara boğuldu. Her ne kadar kendini tutmaya çalışsa da hâkim olamadı. Bu ana diğer yolcularda şahit oldu ama ne olduğunu anlamadılar.
Ben bu yol arkadaşımın anlattıklarının şokundaydım. Devam etti bu kibar insan.
Oğlum bana bunu anlatınca çok gururlandım. Sevindim tabi. Ama yine de hasretlik kötü. Torunumun annesinden ayrı kalmasına çok üzülüyoruz. Torunum her kapı çaldığında “Annem geldi” diye kapıya koşuyor. Ben son görüşmemde dedim “Oğlum bizi merak etme biz biliyoruz ki sen hak üzeresin. Bunda zerrece şüphemiz yok. Bunu sana şunun için söylüyorum Oğlum; ne eğil bükül, ne de ezilip büzül. Zira ekmeksiz değil haysiyetsiz kalmak zûl. Dehlizlerden güneşe dil çıkaran çıyanlar, bilsinler ki mazlumun feryadını duyan var.
Bu kibar ve saygı değer yol arkadaşım aynı zaman da şair ruhluymuş. Sonunu güzel bağladı. Rabbim cümle mazlum ve mağdurların yâr ve yardımcısı olsun inşallah temennisiyle Antalya’ya vardık. İsmini bile sormayı unuttuğum bu kibar insana ayrılırken sordum
-Kusura bakmayın muhabbete daldık isminizi sormayı unuttum. İsminizi bağışlar mısınız?
Tebessüm edip 'İsmail' dedi
-İsmail abim rica etsem oğlunuzla görüştüğünüzde selamımı söyleyin. Bize de dua etsin. Dedim.
Eyvallah iletirim dedi İsmail Bey.
Ben de artık randevulaştığım arkadaşımın yanına gitmek üzere yola koyuldum. Ama kulaklarım da hâlâ İsmail Bey’in anlattığı son hadise vardı. Anladım ki bu dava sahipsiz değildi. Allah nurunu tamamlayacaktı zalimler istemese de…
Ercümend PERVER
*'Türkiye'de yaşanmış gerçek hikayenin anlatıldığı yukarıdaki yazıda ilgili diyaloglar hayali olarak canlandırılmıştır'