Farklı seslere tahammülü olmayan bir otoritenin propagandif yayınlarının sorgulanmadan gerçek olarak kabul edilmesi akla ziyandır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla devlete karşı işlenen suçlar kapsamında verilen cezaların önemli bir kısmı karanlıkta kalmıştır. Halen bu konuda tatmin edici veriler ortaya konamamaktadır.
Bunun baş sebebi devrin farklı seslerini kısan sansür ve yanlı resmi anlatımlardır.
Bu dönem Türkiye’sinde yürütmeninin yargıya keyfi müdahalesi o devirde yaşananlara nispeten ayna oldu diyebiliriz.
Hadiseleri tarafsız aktarabilecek bir basına izin verilmediği kuruluş yıllarında, küçük bir grubun elinde toplanan iktidarın, devlet imkânlarını muhaliflere yönelik bir silah gibi nasıl kullanabildiğini bugünkü uygulamalar ışığında daha iyi anlayabiliyoruz.
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte "Tek Parti" ve "Tek Adam’a” doğru yol alan süreçte farklı düşünceleri seslendirenlerin ve sistemi eleştirenlerin bir dönem sonra, kimisi zindanlara atılarak, kimisi de sürgünlere gönderilerek tasfiye edildi. İktidar ipini iyice ele alanlar, “hain” yaftası ile azımsanmayacak sayıda idamlar gerçekleştirdi. Çeşitli bahanelerle birçok muhalif siyasetçi, bürokrat, gazeteci, aydınla birlikte il il, ilçe ilçe cezalandırılan halklar oldu.
Böyle rahat ve pervasızca muhalif seslerin cezalandırılabilmesi dönemin olağanüstü koşullarından kaynaklı idi.
Büyük bir savaş ve sonrasında yaşanan işgal, Osmanlı’ya ait tüm coğrafyalarda büyük bir kaosa yol açmıştı. Kurtuluş Savaşı sonrası, Anadolu ağırlıklı yeni devletin organları olan yasama, yürütme ve yargı güçleri birbirinden ayrılabilmiş değillerdi. Bu sebeple en ufak bir muhalif çıkış, tez elden verilen bir emirle hızlı bir soruşturma sonrası açıktan etkisiz hale getiriliyordu. Sistemin adına "cumhuriyet" yani “halk idaresi” dense de halkın önünde ikinci bir parti seçeneği yoktu.
Bu sebeple tek parti iktidarı kimseye hesap verme endişesi taşımıyordu. Potansiyel tehlike addettiklerini bertaraf etmek için ne faili meçhule ne de makul şüpheye ihtiyaçları vardı.
Savaşlardan dolayı yaşanan büyük nüfus kıyımı sebebiyle, ülke demokratik kazanımları kavrayabilecek olan nitelikli kadrolardan iyice yoksun kalmıştı. Savaşlarda evlat, eş ve babalarını kaybeden halkın ise derdi kendine yetmekteydi. Onların ne kurulan sisteme karışması, ne de yaşanan haksızlıklara ses çıkarması mümkün değildi. Zaten gelişmelerden de tamamen bihaberdiler. Bahsettiğimiz üzere olup biteni doğru öğrenebilecekleri farklı haber ve iletişim kaynaklarından mahrumdular.
Bu açıdan günümüzdeki muhaliflerini ezmek isteyenleri, o dönemdekilere kıyasen talihsiz sayabiliriz.(!)
İlk dönemde otoriter idareyi tenkit edebilme bir yana, “Milli Mücadele’nin” bir kişinin değil halkın ortak eseri olduğunun söylenmesine dahi tahammül edilemedi. Günümüzde sıkça duyduğumuz “sağlam irade olmasaydı” mantığı o günlerden günümüze miras. Başarıların milletin başına kakılmasıyla her alanda hukuksuzluğu meşrulaştıran ve her türlü hata ve kusurun görülmesini perdeleyen sonsuz bir kredi sağlanıyor. Bu nedenle halkın hoşuna gidecek olan icraatlar, başka kimselere mâl edilmeden bir kişinin veya grubun işiymiş propagandası önem arz ediyor.
Halikarnas Balıkçısı’nın Başına Gelenler
1925 yılında neşredilen ve epey önemli yazarları barındıran sol tandanslı ‘Resimli Ay’ isimli mecmuada, Kurtuluş Mücadelesini köylüsünden memuruna, kadınından gencine tüm milletin verdiğini söyleyen bir yazı çıkmış ve bu isimsiz kahramanlar için "Meçhul Asker" anıtı yapılması için bir kampanya başlatılmıştı. Ama kısa süre sonra rejimin etkili gazetesi Akşam’da bu kampanyayı sert bir şekilde eleştiren bir yazı yayımlandı. Bu yazıda, “Ordunun ve halkın savaşabilmesi, ancak kudretli ve kabiliyetli bir komutana sahip olmasıyla kabildir. ‘Meçhul asker’ fikrini ortaya atıp, başkomutanın önemini azaltmaya çalışmak, bir nankörlük olur.” deniyordu.
Yazıyı yazan Kılıç Ali (1) idi. İstiklal mahkemelerinde hâkim yapılan asker kökenli bu zat kimi hedefe aldıysa onun iflahı kesilmiş demekti. Hemen bu kampanyaya son verildi.
Ama daha sonra aynı mecmuada yazan meşhur Cevat Şakir’in bir öyküsü, “isyana davet ve hainlik” isnadıyla yazarın kendisi ve gazetenin yazı işleri sorumlusunun İstiklal mahkemelerinde yargılanmasına sebep oldu. Cevat Şakir, Bodrum’a kalebentlik cezası için gönderildi. Şakir, bu sürgün vesilesiyle tanıyıp beğendiği Bodrum’a sonrasında taşınmış ve "Halikarnas Balıkçısı" olarak nam salan meşhur bir edebiyatçı olmuştu.
Muhalifsiz Dönem
Türkiye Devleti’nin temellerinin atılmasından bir müddet sonra tüm muhaliflerin susturulması üzerine, dönemin meşhur yazarları ve şairlerinin ekseriyeti, tenkidi bırakıp kendilerini bu muhalifsiz otoriter döneme adapte ettiler. Kimi aydın, ilk zamanlarda cüretkârca eleştirdikleri Halk Partisi ve lider kadrosunu bu yeni dönemde mübalağalı övgülere boğdular.
Öyle bir ironi ki;
Cumhuriyet tarihi boyunca o günlere ait okullarda bizlere mutlak ve kesin doğrular olarak anlatılan bilgilerin önemli bir kısmı, şartların değişmesiyle görüşleri de değişen bu tip aydınların tespit ve yorumlarıdır.
Şevket Süreyya, Sabahattin Ali ve Refik Halit Karay gibi edebiyat dünyasından tanıdığımız isimler, eleştirel yaklaşımlarından dolayı hapislere atılan, sürgün edilenler arasındaydılar.
Bir müddet sonra yaşadıkları ıstıraplara dayanamayıp konjonktüre uygun hareket etme ihtiyacı hissettiler. Hapisten, sürgünden kurtulma, makamlar, mansıplar elde etme adına zamanın akışına uygun yazılar yazdılar; söylemlerde bulundular.
Ve bu sayede rejim tarafından itibarları(!) iade edilip makam sahibi oldular, hatta daha önce eleştirdikleri yöneticilerin sofralarında başköşelerde yer buldular.
“Tek Adam” Kitabı ve Yazarı Şevket Süreyya Aydemir
Komünizm faaliyetlerinin yanı sıra yeni rejime muhalifliğinden dolayı 1925 tarihinde İstiklal mahkemelerinde yargılanıp on yıllık hapis cezası alan Şevket Süreyya, hapiste iken direnmenin kendisine artık bir faydası olmadığını görmüştü.
1927 tarihinde Vedat Nedim Tör ile birlikte diğer komünist arkadaşlarını ve planlarını ifşa edip, onların içeri girmelerine sebep oldular. Böylece pişmanlıklarını ispatlamış oldular ve hapis hayatından kurtuldular. Bu sebeple sol ideolojide hep birer hain olarak tanımlanırlar.
Şevket Süreyya bu olaydan sonra tek parti rejiminin en etkili kalemlerinden biri oldu. Atatürk’ü Olimpos dağındaki tanrılara benzettiği “Her şey onunla başladı.” tarzı yazılar kaleme aldı. Atatürk’ten sonra derlediği üç ciltlik “Tek Adam” kitabı, bugün resmi tarihin başucu eserlerinden.
Şevket Süreyya İttihat döneminde Turancı, sonra Sosyalist, sonra da Kemalist olup en nihayet İnönü’nün yanında da kendine yer buldu. En az Çankaya kitabının yazarı Falih Rıfkı Atay gibi baş döndürücü geçişler yaşamıştı.
Kronik Muhalif Yazarın Sonunda Uslanması
Zira Falih Rıfkı Atay da önce İttihat Terakki’nin muktediri Cemal Paşa’nın ölçüsüz övücüsü olmuş, onun miadının dolması ve Eylül 1922’de Yunan’ın Anadolu’dan kovulması üzerine Mustafa Kemal’in yanında bitivermiş, onun vefatından sonra da yeni otoriter İnönü rejiminin hararetli savunucusu olmuştu.(2)
“Memleket Hikayeleri’nin” yazarı Refik Halit Karay bu sebeple yıllarca Suriye'de sürgünde yaşadı.
Bir zamanlar halka:
“Sakın aldanma, inanma, kanma!,
Yalan dolan makaraları yine sağılmaya başlanacak,
yine elimizdekiler kapılıp deve yapılacak;
toklar çekilip biraz da açlar yalanacak.
Bu işin künhü budur!
Polis zannedeceksin, harami çıkacak;
nimet diye gideceksin, tuzak çıkacak;
melek görünecek, şeytan çıkacak.
Gözünü açmazsan yine yumurtalar cılk çıkacak!
Hülasa artık her sakallıyı baban sanma, her lafa kulak asma, kabadayılığa yekûn tut, efeliğe kapılma.
Bu benim sana baş nasihatim: Gözünü aç, ayağını tetik at, yine aldanma, inanma, kanma!”
Diyen Refik Halid, yanlış gördüğüne “yanlış!” demenin karın doyurmadığını, üstüne üstlük insanı memleketinden ettiğini on altı yıllık sürgünden sonra anlayacaktı. Onca zamandan sonra nihayet aklını başına almıştı(!). Türk idarecilerine sürgünden gönderdiği mektuplarında artık onları methediyordu. Ve sonunda affedilip Türkiye’ye döndükten sonra “sakın ha!” diye milleti tembihleyen o yazar gitmiş yerine parti devletini ve tek adamlığı yere göğe sığdıramayan bir yazar gelmişti. Ne yapsın Karay, farklı sese memlekette yer de ekmek de yoktu. Dün onun bu dönüşümünü eleştiren muhafazakâr görünümlü bazı yazarlar, bugün yer kaptıkları yağlı köşelerinden Karay’a; “Üstad sen haklıymışsın” diyordur herhalde…
Evet, o günlerin şartlarında Şevket Süreyya, Falih Rıfkı ve Refik Halid gibilerini pek garipsememek gerekiyor. Zira böyle keskin dönüşler yapanların ilki onlar değil. Tarih boyunca benzer koşullar, hep tipik karakterler ortaya çıkarmış. Bu türün son örneğinin onlar olmadıklarını bugün bizler de tecrübe ettik işte…
Cumhurbaşkanına Hakaretten Zindana Giren Sabahattin Ali
Cumhuriyet döneminin realist şairi ve roman yazarı olan Sabahattin Ali, iktidarın sesine aykırı bir fısıltının dahi duyulmadığı 1930'lu yıllarda iddialara göre bir dost meclisinde devletin sahibi tek partinin üst kadrosunu ağırca eleştiri bulunan bir şiir okur. Almanya’da kaleme aldığı bu şiirden bazı mısralar şöyledir:
“Mebus yaparlar mı her şaklabanı?
Köylünün elinde var mı sabanı?
Sıska öküzleri dirilmiş midir?
Cümlesi belî der Enelhak dese,
Hâlâ taparlar mı koca terese?
İsmet girmedi mi hâlâ kodese?
Kel Ali'nin boynu vurulmuş mudur?
Koca teres kafayı bir çekince…”
Sözleri çok ağırdı. Ve o günler yerin ve duvarın kulaklara sahip olduğu dönemlerdi.
Meşhur yazar hemen ihbar edildi. Her ne kadar şiirde Cumhurbaşkanı’ndan bahsedilmediğini söylese de özgürlüğünden menedildi. Bir yıl kadar zindanda kaldıktan sonra cumhuriyet ilanının 10. yıl dönümü vesilesiyle, hükümet tarafından çıkartılan afla tahliye oldu.
Ama hapisten çıkma yetmiyordu Sabahattin Ali’ye. Maişetini çıkarabilmek, yaşamını düzen sokmak adına öğretmenliğe geri dönmek istedi. Milli eğitim Bakanı kendisinden ‘Ebedi Reis’ sevgisini ispatlaması gerektiğini söyleyince o da meşhur “Benim Aşkım" şiirini yazdı:
"Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran.
Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye
Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.”
-Vicdanının Sesini Dinleyen Sabahattin Ali-
Sabahattin Ali’nin kerhen yazdığı, abartılı sözlerinden açıkça belli olan bu şiiri, çocukluk yıllarında okullarda gönlümüzden söylerdik.
Sonrasında Sabahattin Ali, öğretmenliğe geri döndü ama bir zaman sonra daim övücüler gibi bu tiyatroya çok fazla devam edemedi. Sağduyulu ve hakperest yapısına bu durum çok ağır gelmekteydi.
Sabahattin Ali, Milli Şef zamanında Markopaşa isimli bir mizah gazetesi’nde başyazar olarak bir muhalif partisi olmayan Hükümete muhalefet eder. Bu gazetenin başlıca özellikleri:
“Siyasal iktidar sahiplerini gülünçleştirerek hicvetmek, Tek Parti baskısına karşı mücadele etmek, yolsuzlukları ortaya koymak, halkın vicdanını seslendirmek” olarak ilan eder.
Kamuoyuna tesir eden eleştirilerin sahibi olarak, siyasi tarihte değişmeyen bir gelenek haline gelen, önce yağlı-ballı tekliflerle karşı karşıya kalır, reddedince de tahkirle ve hapisle…
Çok etkili muhalefeti karşısında kendisine bizzat Cumhurbaşkanı İnönü tarafından milletvekilliği teklif edildiği halde vicdanının sesini dinleyip bu teklifi kabul etmez. Sonrasında hapishanelere girer çıkar ama bu sefer doğru bildikleri dışında bir şeyi karalamaz. Bunu da şu sözleriyle dile getirir:
“Sükûn ve rahatı seven mizacımı, karımı, çocuğumu göz önünde tutarak memurluğa devam mı etmeliydim, yoksa memlekette çok okunan ve sevilen, şöhreti sınırlar dışına çıkmaya başlayan bir muharririn sosyal vazifelerini düşünerek açıkça mücadeleye mi atılmalıydım? Bana bu sonuncu vazife daha mühim, daha lüzumlu ve daha kaçınılmaz göründü.”
Ve sonunda baskılara dayanamayıp yurt dışına kaçarken yakalanır, sınır karakolunda sorgudan geçirilirken şaibeli bir şekilde öldürülür. Sonrasında bir sabıkalı tarafından yapılmış adi bir cinayet gibi gösterilse de katil kısa bir zaman sonra serbest bırakılır.
Dine mesafeli duran bir aydının eşinden, çocuklarından edileceğini bile bile haksızlığa karşı çıkması, hayatın buradan ibaret olmadığını sürekli dillendiren aydınlar için mazeret bırakmayan bir davranıştır.
Farklı ideolojilerden kaynaklı bir ön yargıyla, Namık Kemal, Bediüzzaman, Necip Fazıl ve Sabahattin Ali gibi zatların haksızlıklar karşısındaki sağlam duruşlarından habersiz olanlar için, bugün yaşadıklarımız, onları tanıyabilmek için iyi bir fırsat. Çünkü günümüzde şahsi menfaatler uğruna bir ömürlük ilkelerinden ve dolayısıyla itibarlarından vazgeçmiş olanların yanında onların mücadelelerinin kıymeti daha iyi anlaşılmış olur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk döneminden beri her muhalif sese düşmanlık ve hainlik yakıştırmaları sık sık dozajı artırılmış bir şekilde hiç eksik olmadı. Ama her birinden sonra daha iyiye doğru yol aldık. Hiçbir olumsuzluk bir ömürlük sürmedi.
Bugün hukuksuz uygulamaların kötü bir taklidi olan yaşadıklarımızın da çok uzun sürmeyeceği aşikâr. Öncelikle Dünya şartları ve dinamikleri çok gelişti.
Önemli bedeller ödenerek elde edilmiş olan demokratik sistemin bugün büyük bir sarsıntı ve acılar yaşamasını, başta yargı bağımsızlığı ve insan hakları olmak üzere demokratik sistemin; laik kesimlerden, dindarlara kadar geniş yelpazedeki kitleler tarafından kıymetinin daha bir anlaşılacağı hayır dolu bir geleceğe vesile olacak gibi.
Eyüp Ensar Uğur
(1) Atatürk’ün bir dönem genel sekreterliği vazifesinde bulunan Hikmet Bayur’a göre Kılıç Ali “çok çirkin suistimal dosyaları bulunan, karanlık ilişki ve irtibatları bulunan bir şahıstır. (Arı İnan, Tarihe Tanıklık Edenler, syf;263)
(2) “Lenin ve Atatürk öldüyse, Stalin ve İsmet İnönü başımızdadır”. (Falih Rıfkı Atay – Ulus gazetesi)