Gecikmiş bir ziyaret yazısı: Çok imanlı insanlar gördük, önümüzde koskocaman bir gelecek var
Bu yazıda, Fethullah Gülen Hocaefendi’ye yaptığım son ziyaretlerin notlarını paylaşacağım.
Ama önce, geçmişte Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış iki ilahiyat profesörünün hayatlarından birer anekdot aktarayım.
Profesör Said Yazıcıoğlu, 1987’de Turgut Özal tarafından Diyanet İşleri Başkanı yapıldı. Yazıcıoğlu; “Ne Yan Yana, Ne Karşı Karşıya” ismini taşıyan hatıralarında şöyle diyor:
“Göreve atandığımda, Vali olan ağabeyim Recep Yazıcıoğlu’nun ticaretle uğraşan bir sınıf arkadaşından borç para alıp kendime bir takım elbise aldım.”
Benzer bir hikaye, 1978-86 arasında Diyanet İşleri Başkanlığı yapan Profesör Tayyar Altıkulaç’ın “Zorlukları Aşarken” ismini taşıyan ve üç ciltten oluşan hatıralarında var. Tayyar Altıkulaç, 1971’de Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı olarak atandığında, bir bakanla görüşmeye giderken giyecek bir takım elbisesi olmadığını ifade ediyor ve kendisinden önceki Diyanet İşleri Başkanı’nın Mamak’ta bir gecekonduda oturduğunu yazıyor.
Prof. Said Yazıcıoğlu, hatıralarında çok çarpıcı bir hadiseyi anlatıyor. Bir gün Başbakanlık’tan bir heyet kendisinden randevu alıyor. Gelenler kendilerini Milli İstihbarat Teşkilatı’nın üst düzey çalışanları olarak tanıtıyorlar. Heyet adına konuşan kişi, Yazıcıoğlu’na şöyle diyor:
“MİT ile Diyanet Teşkilatı, zaman zaman sıkı bir işbirliği içinde çalışır. Aynı işbirliğinin devam edeceğini ümit ediyoruz.”
Yazıcıoğlu, MİT heyetine şu cevabı veriyor:
“Görev alanlarımız ve yaptığımız işler tamamen farklı. Dolayısıyla nasıl bir çalışma içinde olacağımızı anlayamadım.”
Böylece görüşme orada noktalanıyor. Prof. Yazıcıoğlu, Diyanet’in kurulma amacını şöyle anlatıyor:
“Devletin dini kontrol altında tutması...”
Ne var ki mesele bugun artık devletin dini kontrol etmesinden çıktı, Diyanet’in bir partinin hizmetine girmesi halini aldı. Artık, Diyanet İşleri başkanları MİT’e gider oldular.
Göreve geldiklerinde giyecek takim elbisesi olmayan, gecekonduda oturan Diyanet İşleri başkanlarının yerini; lüks ve şatafatla isimleri anılan kişiler aldı. Yeni bir habere göre Sayıştay, Diyanet’in Ramazan programlarında bile harcamalarla alakalı usulsüzlükler tesbit etmiş.
Daha da acı olan, Diyanet’in ve Hayrettin Karaman gibi bazı ilahiyatçıların bu zulum döneminin bir parçası, aparatı haline gelmeleri…
Bu anekdotları anlatmamın, Hocaefendi ziyaretlerinden aktaracağım notlarla bir münasebeti var: Şahısların ve kurumların istikameti…
Bir ziyaretçi, bu süreçte bütün malvarlığını kaybeden bir işadamının metanetini anlatırken; “Bütün varlığına el koydular, hic şikayetini duymadım” deyince Hocaefendi’nin cevabı şöyle oldu:
“Karekteri itibariyle hiç şaşırmam... Bu dönemde cok imanlı insanlar gördük…”
Hem helal dairesinde, meşru yollarla kazanma, hem de musibet anında bunlar elden gidince “Allah verdi, Allah aldı” diyebilme…
Hocaefendi, “Allah verdi, Allah aldı… Eğer yürekten söylendiyse çok ciddi bir teslimiyet ifadesidir.” diyor.
Bediuzzaman bir istikamet insanıydı, Hocaefendi bir istikamet insanı… En zor şartlar, yokluklar, musibetler duruşlarını değiştirmemiş. Gerek Bediuzzaman hazretlerine gerekse Hocaefendi’ye intisab eden insanlar da aynı boya ile boyanıyorlar. Hem varlıkla imtihana, hem de yoklukla imtihana Allah’ın izniyle muvaffak oluyorlar.
Zannediyorum, Hocaefendi’nin son zamanlarda akşam sohbetlerinde misafirleri ile otururken, Risale-i Nur külliyatından “Barla Lahikası”nı, hemen her akşam 4-5 sayfa bir talebesine okutmasının bu yönüyle bir anlamı var.
Talebesinden Barla Lahikası’nı okumasını istediğinde kullandığı cümlelere bakalım:
“Barla Lahikası’nı okuyalım. Birkaç sayfa yine o mübarek insanların dünyasına gidelim… Hayatı doğru götürmüş insanların hayatlarından birşeyler kapmaya çalışırız, Barla Lahikası’nı okuruz. Doluyla meşgul oluruz, Doluyla meşgul olalım…”
Notlara devam edelim:
“Sıkıntılar var, ızdıraplar var, bir yandan da Allah imkanlar, firsatlar hazırlıyor… Koskocaman bir geleceğe göre Allah hepimizi istihdam ediyor. O’ndan bilirsek devam eder, kendimizden bilirsek akim kalır. Çok alternatif yollarla hep O’na dogru yürümek lazım. Kendi uzaklığımızı aşmak için, yoksa O bize her zaman yakın. Bizi bir zemine itmiş, onun hakkını vermemiz lazım. Allah bizi istikametten ayırmasın.”
Koskocaman bir gelecek ifadesinin altını çizin ve önceden ifade ettiği, “Gelecekte dünya çapında değil, dünyalar çapında güzelliklere şahit olacaksınız” ifadesiyle beraber hatırınızda tutun.
Bir ülkede önemli bir eğitim projesi ile alakalı inşirah verici bir gelişme olduğunu öğrenen Hocaefendi’nin tepkisi şöyle oldu:
“Küçük şeylerle meşgul olmama, belli bir dönemde hep küçük şeylerin kavgası verildi. Halbuki hep büyük projelere dilbeste olmalı. Konuşmalar, koşturmalar hep bu yönde olmalı… Yapılacak işlerin keyfiyeti açısından, binlere tekabul edecek işlerle meşgul olmak lazım. Yani boş işlerle uğraşmamalı. Kardeşlerimiz gaye-i hayal, düşünce, duygu olarak buna aşina. İnşallah tahakkuk ettirecekler.”
“Hizmete bir kerte vuruldu. İnşallah yakın zamanda açılır, açılımlar olur. Hizmet bize bir emanet. Sonraki nesillere bu emaneti tevdi etme durumundayız. Başka bir derdimiz yok. Siz dünyada kendi haklarınızdan bile feragat etmişsiniz… Bir dikili taşımış yok. Gidince zaten başına dikecekler, hem de ismini yazacaklar. Dünya ile alakalı, masiva ile alakalı şeyler söylenince bizim tavrımız, ben bundan bir sey anlamadım demek olmalı… İnsan neye dilbeste olmuşsa şayet; onun dışındaki bütün mülahazaları, düşünceleri kafasından silip atması lazım. Allah istikametten ayırmasın. Bizim biricik sermayemiz Allah ile münasebet…”
Bir misafirin güncel bir meseleyle alakalı sorusuna kısa bir cevap verdikten sonra, “Kulub-u Daria’ya muracaat edelim… Allah herkese afiyet-i tamme ihsan eylesin.” diyor Hocaefendi. Ardından bütün misafirlerle birlikte topluca Kulub-u Daria okunuyor.
Değişik yerlerde tutuşturulan hizmetlere uğramak, bunları görmek, bunların hepsine sevinmenin ehemmiyetine işaret ediyor Hocaefendi… En sıkıntılı anlarda bile hadiselerin güzel taraflarını görmeyi salık veriyor:
“Bir kere daha cumayı eda ettik. Salon tesbihat ile çınladı… Mevcut durum itibariyle dilimiz hep tahdim ile kesilse, vaktimiz hep hamd-u sena ile geçse, yine de Cenab-ı Hakk’ın üzerimizdeki nimetlerine yeterince şükretmiş olmayız.”
Ve “Herşey Senden, Sen ganisin Rabbim, Sana döndüm yüzümü…” cümleleri ile başlayan beyitler döküldü ağzından…
Dışarıda, açık mekandaki bir sohbette Hocefendi, “Bu güzel insanlara bir şey ikram edelim” diyerek misafirlere ikram yapılmasını istediğinde bir kedi dolaşmaya başladı. Hocaefendi
“Açtır yine, karnı aç olunca gelir.” dedi. Biraz sonra kedinin önüne yiyeceği konulduğunda Hocaefendi şöyle diyor:
“Hepimiz Allah karşısında böyleyiz. Vermezse nereden bulacaksınız. Hayvanlar, hayatlarını devam ettirme adına belirli bir donanımla gönderilmişler...”
Dikkat ediyorum, Hocaefendi misafirlerine Çağlayan dergisi hediye etmekle yetinmiyor, misafirleri ile otururken bir talebesine Çağlayan’dan yazılar okutuyor.
“Bir Vefa Vardı” yazısı okundu ve dergiyi eline alan Hocaefendi şöyle devam etti:
“Musibetler karşısında duruşumuz, bu da okunacak bir yazı… Duyguya, düşünceye vefa olarak okumalı. Kendimize vefalı olmamız lazım…”
Okumayı, hep okumayı, nice emekler verilerek yazılan yazılara, eserlere alakasız kalmamayı salık veren ifadeler…
Daha önce bir yazıya başlık yaptığım gibi, Hizmetin bir dengesi ve dinamizmi var, bu dinamizmin temelinde de okuma ve müzakere var.
Hayatlarını dolu dolu yaşamış büyük alimler, büyük zatlar zaman zaman ahiret özlemlerini de ifade ederler. Bu bağlamda Hocaefendi şöyle diyor:
“O tarafa gitmeyi de yürekten çok arzu ediyorum; fakat bu tarafta Hizmet var. Ben de hizmet edemiyorum. Hizmet olmazsa neye yarar ki…”
Ve son nefese kadar Hizmet yolunda olmayi ifade eden sözler:
“Vazifeye devam... Falan şunu yapmış, sen kendi işine bak…”