İzzet ve tevazuyu zirvede temsil eden Hazreti Ömer (ra) Mescid-i Aksa'nın anahtarlarını almak için yanlarındaki tek deveye hizmetçisiyle nöbetleşe binerek Kudüs önlerine kadar gelmişti. Onun bu şekilde Mescid-i Aksa'ya yaklaştığını haber alan komutanlar, "İnşaallah, Ürdün nehrini geçerken deveye binme sırası Hazreti Ömer'e gelir. Aksi halde, kendi saraylarında ihtişam ve debdebeden başka bir şey görmeyen Bizans halkı, halifeyi hizmetçisini deveye bindirmiş, kendisi paçalarını sıvamış ve devenin yularından tutmuş bir halde görürlerse yanlış mülahazalara girer ve onu hafife alırlar." diyerek dua etmeye durmuşlardı. Onlar, bu şekilde dua etseler de -takdîr-i ilahî- tam nehri geçecekleri zaman, yürüme ve devenin yularından tutma sırası yine Hazreti Ömer'e gelmişti.
Onu karşılamak için nehrin kenarına koşanlar hayretler içinde kalmışlardı. Çünkü, dünyanın o dönemdeki en büyük devletinin hükümdarı, ayağındaki mestleri çıkarıp koltuğunun altına koymuş, hizmetçisini taşıyan devenin yularını eline almış, sıradan bir insan gibi başı önde yürüyordu. Dahası, üzerinde de giysi olarak bir gömlekten az uzun tek parça elbise ve sarıktan başka bir şey yoktu. Ayrıca, yüce Halife'nin o elbisesi, oraya gelinceye kadar, devenin üstündeki semere sürtüne sürtüne birkaç yerinden yırtılmış, o da her defasında bu yırtık yerleri birer şeref nişanesi gibi yamamıştı.
Onu karşılayan Müslümanlardan sözü dinlenen birisi:
- Emirü'l-mü'minîn! Büyük bir kalabalık sizi bekliyor; bu insanların önüne bir sultana yaraşır şekilde aziz ve heybetli bir kılık-kıyafetle çıksanız!.. deyince, adalet timsali yüce halife:
- Allah bizi İslam dini ile aziz kılmıştır; bundan başka bir şeyde izzet aramamız beyhudedir. Madem ki, bizi aziz eden İslam'dır; izzeti ve şerefi onun dışında aramayız ve istemeyiz, diyerek cevap vermişti. Bütün bu olup bitenleri seyreden Kudüs'ün ruhânî reisleri:
- İşte, biz, anahtarları ancak bu zata veririz; çünkü, kitaplarımızda haber verilen vasıfların hepsi bunda mevcuttur, demiş ve onları Hazreti Ömer'e teslim etmişlerdi.
Ve bugün bitmeyen imtihanlardan, her gün insanın içini dağlayan zulüm haberlerinden bunalıyor insan. İster istemez bazılarımızın psikolojisi alt üst oluyor. Aynen bunun gibi İsviçre'de bir arkadaşımız psikoloğa gidiyor. Yaşadığı süreçleri anlatıyor. Doktor diyor ki:
- Siz Müslüman mısınız?
- Evet, diyor.
Bunun üzerine psikolog, Kur'an-ı Kerim'den vatanlarını terk etmek zorunda kalan peygamber isimlerini sayıyor ve şunu ekliyor:
- Allah size peygamberler ile aynı kaderi vermiş, daha çok şükür etmeniz gerekmiyor mu? Peygamber Muhammed'in hayatı ile hayatınızı kıyasladınız mı hiç, o sizin peygamberiniz, acılarınız onunkinden daha mı çok?
Yani Hz. Ömer gibi şunu demek istiyordu psikolog:
- Allah sizi İslam dinine Hizmet ile aziz kılmıştır; bundan başka bir şeyde izzet aramanız beyhudedir. Madem ki, sizi aziz eden İslam’a hizmettir; izzeti ve şerefi onun dışında aramayın ve istemeyin. Peygamberlerle temsil edilen bu davaya omuz verme ihsanını size lütfettiği için de Rabbi’nize çok şükredin. Kederinizde, derdinizde, tasanızda yalnız değilsiniz. Dine hizmet edenlerin yolundan gidiyorsunuz.
"Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?!. Evet, onlar öyle ezici mihnetlere, zorluklara dûçâr oldular ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ve yanındakiler, ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek hale geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214)
Bakın Habbab b. Eret (R.A) anlatıyor: "Allah Rasulü, Kâbe'nin duvarının dibine oturmuş, düşünüyordu. Başını da örtmüştü. Yanına vardım ya Rasullallah, dua etmez misin Allah'a bize yardım etsin " dedim. Bunun üzerine Allah Rasulü, kaşlarını çattı ve şu mealde konuştu:
Siz de ıstırap mı çekiyorsunuz. Allah'a yemin ederim sizden evvel insanlar, sırf inançlarından dolayı alınır, hendeklere yatırılır, demir testerelerle biçilirdi ve yine dinlerinden dönen olmazdı. Yine sizden evvelki o insanların demir taraklarla etleri kemiklerinden ayrılır da yine onlar dinlerinden dönmezdi. Allah'a yemin ederim, Allah bu dini tamamlayacaktır; fakat siz acele ediyorsunuz..." (Buhari, Menakıbu'l-Ensar, 29; Menakıb, 25)
Asr-ı Saadet’te de ağır süreç bir türlü bitmeyecek ve imtihanlar sarmalı halinde gittikçe daha da büyüyecekti. Sahabeler canlarını ve mallarını feda ederek yollara düşecek, fakat orada da onları rahat bırakmayacak, o samimi insanların üstüne üstüne gideceklerdi.
"O vakit onlar hem üstünüzden hem alt tarafınızdan gelmişlerdi. Gözleriniz şaşkınlıktan ötürü kaymış, yüreğiniz ağzınıza gelmişti. Siz de Allah hakkında türlü türlü zanlar beslemeye başlamıştınız. İşte orada müminler çetin bir imtihana tâbi tutulmuş, şiddetle silkelenmiş ve kuvvetli bir şekilde sarsılmışlardı. Hani münafıklar ve kalplerinde hastalık (iman zayıflığı) olanlar: "Allah ve Resulünün bize zafer vâd etmesi, meğer bizi aldatmak içinmiş!" diyorlardı." (Ahzâb sûresi, 10-12)
Evet, bugün baharın geleceğine inanmayanlar o gün de böyle diyorlardı: ‘Muhammed, Yesrib’de durmuş, Hîre saraylarıyla Kisrâ şehirlerinin sizin için fethedildiğini gördüğünü söylüyor. Hâlbuki şu anda sizler, yiyecek bir ekmek bulamayıp karnınıza taş bağlıyorsunuz. Açıktan düşmanın karşısına çıkamadığınız için hendek kazıyor ve kendinizi gizlemek zorunda kalıyorsunuz!’
Fakat bu hadiseler gerçekten kendisini dine hizmete adayan Mü'minlerin moral ve iman gücü artırıyordu:
"Mü'minler, düşman birliklerini gördükleri zaman: 'İşte bu, Allah ve Peygamberi'nin bize vaad ettiğidir. Allah ve peygamberi doğru söylemiştir.' dediler. Bu, onların ancak iman ve teslimiyetlerini artırdı." (Ahzâb sûresi, 22)
Dine hizmet eden gönüllüler bilmeliler ki ‘eğer Peygamber Efendimiz (sav) ve güzide ashabı tarafından temsil edilen bu davaya gönül vermişlerse birileri bir gün mutlaka birleşik gruplar (Ahzap: inanan, inanmayan; elikanlı, haset ehli, kıskanç, zalim… kim varsa) tertip edip üzerlerine yürüyecekler. Bu realiteyi bildikleri için samimi Mü’minler Hendek’te: “İşte bu, Allah ve Rasûlü’nün bize vâd ettiği!.. Allah da, Rasûlü de elbette doğru söylemişlerdir.” diyorlardı. Diğer taraftan, onlar, her şeyin adeta sükut ettiği bir zamanda düşmanlıkta birleşen bu grupların Allah’ın izni ve inayetiyle darmaduman olup sağa-sola savrulacağı hakikatine de hiç tereddütsüz inanıyorlardı. Savrulacaklar Allah’ın izniyle!..
"Ey iman edenler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani birleşik ordular üzerinize saldırmıştı da Biz onlara karşı, bir rüzgâr ve sizin göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptığınız her şeyi görüyordu." (Ahzâb sûresi, 9)
Allah (celle celâluhu) Kendisine yönelenleri hiçbir zaman ziyasız ve desteksiz bırakmamıştır, bırakmayacaktır. Önemli olan bizim kendimize bakmamız. Duruşumuzu ve konumumuzu tekrar tekrar kontrol etmemiz. Sahabeyi karşımıza bir ayna gibi koyup sık sık tavır ve davranışlarımızı o ayna karşısında bir kere daha gözden geçirmemiz.
Nerede olursak olalım aktif sabır içinde irademizin hakkını vermekle beraber dualarımızda her zaman:
“Allah’ım bizimle arkadaşlarımızı, arkadaşlarımızla da bizi mahcup etme!” demeli, Allah’ın himayesine sığınıp inayetinden yardım istemeliyiz. Yoksa insan için her zaman bir yerde nefsine yenik düşme ihtimali vardır. Çünkü insanı helâkete götürebilecek heva u heves kaynaklı yüzlerce zaaf ve günahı şeytan sürekli süsleyip püsleyip insanın karşısına çıkarmakta ve daima cazip göstermektedir. Bütün bu tehlikelere karşı uyanık ve teyakkuz halinde olmayan insan hiç farkına varmadan kendini bu tür felaketlerden birisinin içine salarak -hafizanallah- bir yüz karası haline gelebilir.
Bu sebepledir ki, milyonların gözünün içine baktığı bir harekete mensup olan insan, hizmetin kaidelerine dokunacak şeylerden fevkalade uzak durmalı, şeytan ve nefsin zorlamalarına karşı metin durmalı, sadakat ve emanetlerinden de asla ödün vermemelidir. Beraber yürüdükleri arkadaşlarının hukuklarına tecavüz etmiş olmaktan öyle korkmalıdır ki çok rahatlıkla ellerini kaldırıp, “Allah’ım ben arkadaşlarımın yüzünü yere baktıracaksam, bin can ile yerin dibine batmayı arzu ederim.” diyebilmelidir. İşte bu, davaya vefanın ve sadakatin ifadesidir. Aleyhte bir söz söyletmemek ve en küçük bir yanlışlığa meydan vermemek için adanmış her ruh daima birer güven ve sadakat memuru gibi gayret göstermelidir. Evet, her zaman müstağni olmalı, kimseye el açmamalı, yüzsuyu dökmemeli, açgözlü olmamalı, Allah’ın verdiğine kanaat etmeli ve itibara dokunacak her türlü işten uzak durulmalıdır. Unutmayalım ki “Bir kavmin efendisi, onların hizmetçisidir.” (Deylemî, Müsned, II, 324)
Allah bize hizmetçi olmayı nasip etmişse bu şeref bize yeter.