Şeytan hiç boş durmuyor. Durmaz da. Zira, insanoğluna karşı çok büyük bir kini var: "Yemin ederim ki Senin doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım, sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından onlara sokulacağım. Çoğunu Sana şükredenlerden bulmayacaksın.” (Â'raf, 7/16-17)
Değişik yerlerde kendi ocaklarını yakıyor, tüttürüyor o. Özellikle dokuz asır dine hizmet etmiş Anadolu topraklarında onun tutuşturduğu yangınların sisi-dumanı her tarafı sarmış ve göz gözü görmez olmuş bugün. Herkesin bozgunculuk yaptığı bu dönemde tamir yolunu tutup can siperane mücadele veren gariplere karşı öfkesi ise hiç görülmemiş şekilde.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashab-ı kiramın başına bir elini koyarken, öbür elini de ahir zamanda gelecek bir cemaatin başına koyuyorsa şayet, şeytan onlara karşı daha bir gazaplanacak ve avenelerini var gücüyle onların üzerine salacaktır. Bu düşmanlığı, o cemaatin, temsil ettiği ehemmiyetli meseleden ötürüdür. Bir cemaat, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve güzide ashabının icra ettiği vazifenin altına girmişse elhak Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine lâyık kadirşinaslığı gösterecek ve bu cemaate kendi asrından elini uzatarak onlara "Selâm olsun!" diyecektir. Buna karşılık şeytan ve avaneleri de gayzla bileneceklerdir.
Bir zamanlar, şeytan ve avaneleri bize ilişmiyor, çünkü, biz akıl ve firasetimizle güzergah emniyetimizi sağlıyoruz, derken aslında peygamberlerin başına neler geldiğini ve zalimlerin kimlere musallat olduğunu göz ardı etmiştik. İnsan ve cin şeytanları ancak kendi dostlarına, yakın buldukları kimselere ve “Şimdilik bunların zararları yok!” dediklerine musallat olmazlar. Bunu atlamıştık.
Hiç şüphesiz bir kısmımızın da dinine hizmet ettiğini zannederek esas nefsine hizmet etmesi, gafil ve cahil çevrenin alkışlarıyla da şımarması ve kendisine yönelen övgü ve takdirlerle hizmeti kendi malıymış ve hakkıymış gibi sahip çıkması şeytanın elini son derece güçlendirmişti.
Önümüzde bize yol gösteren dertli Rehberimiz onlarca yıl bugün yaşadığımız bu imtihan sürecini anlatmasına rağmen onu da anlayamamıştık. Hep kulak arkasına atıp durmuştuk. Şimdi sosyal medyada yaşadığımız bu ağır süreci en ince ayrıntısına kadar şerh eden o yazıları okuyup hayretle ‘Vay be! Vay be!’ diyoruz. Toz pembe günlerde Cennetin hülyalarını kurarken, bunun mutlaka kandan irinden deryalardan, sarp yokuşlardan, zindanlardan, esaretlerden, zulümlerden, işkenceden geçeceğini hiç hesaba katmıyorduk. Yolun kaderinin bu olduğunu hiç düşünmemiştik. O yüzden bugün, hep birilerini suçlama; bir suçlu arama, bulma peşindeyiz. Uhuvveti bozacağımız anı heyecanla bekliyor şeytan.
Elbette, doğru bildiğimiz şeyin müdafaasından geriye durmamalıyız. Ama bugün asıl yapılması gereken bu yangın içerisinde, falanı filanı suçlu göstermek yerine öncelikle kendimizle meşgul olmak ve kendimizi düzeltmektir. Bize bunları reva gören zalimleri dünyaya teşhir ederken diğer yandan da: “Acaba Allah bu zalimleri niye bizim başımıza musallat etti?” diye düşünmektir.
Bir de kaderi yönden, meseleye nasıl bakarsak bakalım Allah’ın dediği olur. O (celle celâluhu) ne murad buyurmuşsa, o olur: “Ben bu hizmetin iyilik ve güzelliklerinin bütün dünyaca duyulmasını istiyorum!” derse, öyle olur.
Allah, o yüzden bizi saçtı-savurdu tohumlar gibi, dünyanın dört bir yanına. Fideler gibi dikti. Tâ ki İslamiyet’in o güzel çehresini gösterelim. Mevsimi gelince başağa, ağaca yürüyelim. Meyveye duralım. İhlasın derinliğine göre, bire yedi başak, on başak verelim; her başak, yüz dâne versin Allah’ın izni ve inayetiyle.
Bugün, arkada kalan, sorguda, zindanda, çaresizliğin kollarında veya göç yolunda, hicret yurdunda ızdırap çekenlere hem fiili hem de kavli duayla el uzatırken diğer taraftan Rabbimiz’in muradı istikametinde bulunduğumuz ülkelerde toplumla entegre olmaya çalışıyoruz. Zira, İslam’ın o aydınlık çehresi o kadar karanlık gösterilmiş ki onu kendi aydınlığı ile gösterecek, yaşatacak insanlara çok ihtiyaç var. Evet, televizyon kameraları karşısında insanları öldürmekle, kesmekle kendilerini ifade etmeye çalışan, radikal, taşkın vahşî ruhların, İslam’ın çehresini karartmasına karşılık, bizim İslamiyet’in sevgi, hoşgörü ve barışçı yüzünü göstermemiz farzlar üstü farz bir görev olarak duruyor önümüzde. Korkunç bir radikalizm problemiyle sarsılıyor dünya.
Ensar ve muhacir bütün hizmet gönüllüleri her geçen gün büyüyen ve kanser haline gelen bu problem karşısında el ele, omuz omuza verip çözüm üretmek zorundalar. Artık, Müslümanlar olarak kendi problemlerimizle yüzleşmekten bizi alıkoyan komplo teorilerine sığınmaktan vazgeçip bir muhasebe yapmalıyız. Aktif olarak hayatın içinde yer almalıyız. İnsanlar, gerçek Müslüman profilini yaşayışıyla ortaya koyan temsiller görmeli. Cazibe merkezi haline gelmeliyiz. Cemiyetler, İslam’ı yanlış temsil etmemizden dolayı totaliter zihin yapılı grupların eline düşmemeli. Boşlukta olan kimselerin ümitsizliğe düşmesine ve farklı arayışlara girmesine fırsat vermemeliyiz.
İslam anlayışımızı ve yaşayışımızı zamanın yaptığı tefsirlerin ışığında gözden geçirmeli ve özeleştiri yapabilmeliyiz. Bu, İslami gelenekten kopmak demek değil, tam tersine muhtemel inhiraflarımızın farkına varma ve onlardan sıyrılarak Kur'an ve Sünnetin ruhuna ve özüne tekrar sahip çıkmak demektir.
İnsanlığın radikalizm belasından kurtulması için herkesle omuz omuza çalışırken öte yandan dinimizin dırahşan çehresine atılan bu ziftin ancak sahabe hayatıyla temizlenebileceğini unutmamak gerek.
Bediüzzaman,1925 yılında Van’dan sürgüne mecbur edilirken çok şiddetli geçen kış nedeniyle iki gece Erzurum’un Pasinler İlçesi’nin Korucuk Köyü’nde Muhterem Fethullah Gülen Hoca Efendi’nin dedesinin hanında askerlerle birlikte konaklar. Bu sırada Hoca Efendi’nin amcalarından Hacı Münir Efendi, Üstadın ayağındaki lastik ayakkabıların delindiğini, ayaklarının su aldığını ve bu parçalanmış ayakkabıların ayaklarını çok rahatsız ettiğini görür. Kıymetli ve sağlam bir ayakkabısını Üstad Bediüzzaman’a hediye etmek ister. Çok istirham etmesine rağmen Bediüzzaman kabul etmez.
Münir Efendi, sonra yemek hazırlar, istirahatı için yatağını yapar. Ertesi gün geldiğinde yatak hiç bozulmamış, yemeklere de hiç el sürülmemiştir. Şark insanının dünyasında hizmet ve ikramın ayrı bir yeri vardır. Yemeklerin yenilmediğini ve yatağın hiç bozulmadığını gören Münir Efendi:
– Benim ekmeğim helâldir. Allah’ını seversen ekmeğimi ye! der ve yemek için ısrar eder. Bediüzzaman, Münir Efendi’nin bu ısrarı karşısında:
– Bana bir kâse yoğurt getir, der.
Ertesi gün geldiğinde yoğurt kâsesinden bir veya iki kaşık kadar yoğurt alınmış; yatak yine bozulmamıştır. Bu durumu gören Münir Efendi;
– Efendi Hazretleri, seni gece boyunca izledim. İki gündür doğru dürüst yemek yemedin, yatağa girmedin. Gece sabaha kadar gözyaşı ile dua ve iltica ile meşgul oldun, nedir sendeki bu hal? der.
Bediüzzaman Hazretleri ona:
– Kardeşim, bu milletin omzuna inen musibet Cehennem ateşine denk bir musibettir. Bende ne uyku bıraktı ne de iştah… diye cevap verir.
Hocaefendi’nin babası Ramiz Efendi ile Üstad’ın buluşması da bu mekânda gerçekleşir. O döneme kadar dinî ilimlerle meşgul olamayan Ramiz Efendi’nin:
- Alem-i İslam bu halinden nasıl kurtulur?” sorusuna karşılık Üstad:
- Herkes kendi çocuğunu okutursa, sahabeyi öğretirse sorun kalmaz, cevabını verir.
Bediüzzaman daha o günlerden radikalizm tehlikesine dikkat çeker. Buna karşı koymanın en etkili yolunun sahabe hayatını öğrenmek ve öğretmek olduğunu anlatır. Ramiz Efendi’ye nasihatlerde bulunur. Bu diyalogdan sonra Ramiz Efendi kendisini ilme adar. Kur’an-ı Kerim, fıkıh, siyer, hadis gibi İslâmî ilimlerde derinleşir. Ramiz Efendi’deki coşkun sahabe aşkının Bediüzzaman’la karşılaştığı o günlerden geldiği söylenir.
Hocafendi, babasındaki bu sahabe muhabbetini şöyle anlatıyor:
- (Babam) Sünniydi. Sünnilik yanı çok kuvvetliydi. Bütün imamlara sonsuz saygı duyardı. Sahabi Efendilerimize cinnet derecesinde bir merbutiyeti vardı. Onun sahabiden bahseden kitapları hep aşınmış ve yer yer yırtılmıştır. Kimbilir her birini kaç defa okumuştur.’
‘Sahabe-i kiramın hayatlarını konu alan eserleri sıkça okumak ve okunanları tatbikte kararlı olmak günümüzde daha çok ehemmiyet arzetmektedir. Çünkü onlar misaldir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), sahabeyi gökteki yıldızlara benzetmiş ve "Hangisinin atmosfer ve kudsî cazibesine girseniz bana ulaşırsınız." işaretinde bulunmuş ve onların birer hidayet meşalesi olduklarını söylemiştir. Sahabenin hasbiliği, feragati, diğergâmlığı, derdi, ızdırabı, çilesi ve bütün bunların yekûnunu çerçeveleyen şuuru öğrenilmedikçe, onlar gibi olma, onlar gibi davranma elbette imkânsızdır.
Sahabeleri, tarih sahnesinden öğrenmek çok rahat şeylerdir. “Asıl mesele, onlar hakkında anlatılan o güzellikleri içinde yaşamaktır.” diyor Hocaefendi ve şöyle devam ediyor: “Yolumuzu aydınlatan o yıldızların ifade ettiği manaları nefsimizde yaşayabilme şevki, aşkı, vecdi ve bu husustaki cehdimizdir. Eğer bu sözler içimizde gerçekten onlar gibi olma aşkını, ateşini uyandırıyorsa çok güzeldir. Yok sadece bir anlık bir duygu, iki üç damla gözyaşından sonra mesele olduğu yerde kalıyorsa çok fenadır. Biz batıyoruz demektir. Çünkü bu yıldızlarla ilgili anlatılan meseleler çocukları uyku saatinde uyutmak için söylenen ninni mahiyetinde olmadığı gibi basit hayalet nevinden hikayeler de değildir. Allah’ın beğendiği ve Kutsal kitabında bize örnek olsun diye tablolaştırdığı, hakikati yaşamış bir cemaatin hayatından kristallerdir. Resulullah Aleyhissalat u vesselam, bu ashabı gökteki yıldızlara benzetmiştir. Anlatılan konular karşısında kalbimizde teessür ve bir parça da hasret uyanıp biz ne zaman onların mahiyetinde olacağız şevki, iyi olmak iştiyakı uyanıyorsa inşallah iyi yoldayız demektir. Herkes vicdanına sorsun…”
Sa'd İbn Rebi, Efendimiz tarafından çok sevilen bir sahabiydi. Uhud'da, bir an gözlerden kaybolur. Efendimiz yanındaki sahabilere, etrafı bir arayın der. Arar ve onu koma halinde ağır yaralı yatıyor bulurlar. O kendisini bulan zata döner ve şu ibret verici sözleri söyler: 'Sizin nabzınız attığı müddetçe Efendimiz'e bir şey olursa, Allah'a vereceğiniz hesabın altından kalkamazsınız. Allah Resûlü'ne benden selam söyleyin, Uhud'un verasından üfül üfül esen Cennetin kokularını duyuyorum..'
Evet, bugün insanlar, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaşayışımızdan okuyamıyor ve biz o güzellikleri kendi imajımıza kurban etmişsek Allah’a hesabını veremeyiz. Zira, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahirzamandaki kardeşleri olarak bize ümit bağlamış.
Ve son söz olarak, Ebu Hüreyre’den rivayet edildiğine göre, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Kim kendisine ümit bağlayanın ümidini kırarsa, Allah da kıyamet gününde onun beklentilerini karşılıksız bırakır.”
Hasılı, bize bağlanan ümitleri kırmayalım… Hizmet erlerine bu yaraşır.