Sarıkamış ve İstanbul’un Manevi Fethi

Fikret Kaplan

Fikret Kaplan

13 Şub 2020 12:22
  • İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi (memleketimizi) helâk eder misin Allah’ım!” (A’râf Suresi, 155)


    Samimi vatan evlatlarının cebr-i hicretle terk etmek zorunda kaldıkları Anadolu toprakları sinesinde barındırdığı sahabeleri ile…Efendimiz’i (sav) misafir eden Ebu Eyyub El-Ensari ile…ve her karışını mübarek kanları ile sulayan şehitleriyle kutsal bir diyardır… Ve daima da öyle kalacaktır.  

    Zira, vatanın gerçek evlatları ülkelerinin çiğnenmemesi, geleceğin dünyasının yeniden şekillenmesi adına çok büyük fedakarlıklarda bulundular. Bu kutsal topraklar, yüzyıllarca İslâm dünyasının hâmîsi olma gibi büyük bir misyonu eda etti ve bütün milletlerin şuur altlarında öylece yer aldı.  Cenab-ı Hakk, insanların iyiliği için ortaya çıkardığı bu hayırlı insanlara öyle mükemmel bir kök verdi ki onlar tam dokuz asır Efendilerinin Aleyhissalatü vesselam bayrağını en yüksek burçlarda dalgalandırdılar. Doğu’dan, Batı’dan, aşağıdan, yukarıdan… dünyanın en şiddetli ordularının birden yüklendiği saldırılara karşı insanî değerleri hep muhafaza ettiler.

    Anadolu insanı fedakârlığın son haddini de göstererek kurtardığı bu kutsal topraklarda din ve namusunu düşmanın çizmelerine çiğnetmedi. Neyi varsa dinin kurtarılması için feda etti. Bu uğurda yıllarca bir lokma ekmek bulamayıp ot ve yapraklarla beslendi, bulduğu hayvan kemiklerini ve derilerini emdi; kadınlar açlıktan ölmek üzere olan çocuklarına hiçbir şey bulamadıkları için köpek eti yedirdiler. (Fethullah Gülen, Bornova Vaazı’ından, 5 Ekim 1979).   

    İşte o fedakarlıkların ve acı dolu destanların bir örneği de Sarıkamış… Bugün o acıların yıldönümü…

    21 Aralık 1914 tarihinde başladı, faciayla bitecek olan Sarıkamış harekâtı. 125 bin Osmanlı askeri, dondurucu bir kış mevsiminde yazlık elbiselerle cehennemî bir tipinin ortasına sürüldü. Iğdırlı Ali Çavuş’un yazlık giysiler içerisinde yazdığı mektubu, facianın boyutunu gözler önüne sermektedir: 

    “Bu yaz, iki alayımızla Yemen’den buraya naklolunduk. Yola koyulmamızdan dört ay sonra buraya ulaştık ki, Arabistan’ın cehennemî sıcağı Köprüköy’deki ayaz yanında nimet-i İlâhi imiş. Burada çadırın perdesi buza kesmiş oğlak kulağı gibi kırılmakta ve kopmakta. Bölük kumandanım, beni sıhhiyeye nakletmiş ise de tabip ve ilaç yokluğundan çaresiz kalıp tekrar takımıma döndüm. Akşam yaklaşınca Köprüköy’e civar dağlardan tipi boşanır. Kumandanımız, gelecek Cuma Başkumandan Enver Paşa Hazretleri’nin teftiş ve hücum için geleceğini müjdeledi. O gelinceye kadar da yün içlik, çorap ve paltoların verileceğini, Yemen yazlıklarını atacağımızı müjdeledi. Allah, devlete ve millete zeval vermesin. Başkumandan Paşa Hazretleri’nin gelmesi ile, Moskof’un kahrolacağından ve onların karşımızdaki tepelerde geceleri seyrettiğimiz ocaklı ve mutfaklı karargâhlarını ele geçireceğimizden subaylarımız çok emin. Şafak söktüğünde 2059 rakımlı Kızkulağı Tepesi’nden Moskof obüs yağdırır ama şükrolsun zafer bizim olacak. Gece bastırdığında, tepelerdeki Moskof ocaklarının ateşi gözlerimizdeki ayazı tandır közüne tebdil eyler. Başkumandan Paşa Hazretleri acele gelse ki, ateşe kavuşsak...”

    Askerler İstanbul’dan gelecek olan kışlık giysileri beklerken, Ruslar, Osmanlı ordusuna yardım getirmekte olan gemileri Karadeniz’de batırırlar. Enver Paşa, bu durumu askerlere bildirmeyerek birliklere şu mesajı çeker: 

    “Askerler! Hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarık, sırtınızda paltonuz olmadığını gördüm. Lâkin karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda Kafkasya’ya gireceğiz. Orada her türlü nimete kavuşacaksınız. İslâm Alemi’nin bütün ümidi sizsiniz.”

    Şartlar hiç hesaba katılmadan yapılan savaş taktiğine göre 9. Kolordu Sarıkamış Dağları’nı, 10. Kolordu ise Allahu Ekber Dağları’nı aşarak Rusları Sarıkamış’ta kuşatıp imha edecekti. 

    Gündüz başlayan harekat gecenin çökmesiyle tam bir faciaya dönüştü. Dondurucu soğuk, kar ve tipi karşısında askerlerin ince çarıklar ve yazlık elbiseleriyle dayanması mümkün değildi. Ayaklardan başlayan donma yavaş yavaş bütün vücutlarını sardı. Ve tek kurşun dahi atamadan 90.000 asker şehit oldu.

    Rus Kurmay Başkanı Pietroviç, Sarıkamış’a kavuşan bir avuç kahraman Osmanlı askerini ise Moskova’daki askeri müzede sergilenen anılarında şöyle anlatacaktır:

    “İlk sırada diz çökmüş beş kahraman. Omuz çukurlarına yasladıkları mavzerleri ile nişan almışlar. Tetiğe asılmak üzereler. Ama asılamamışlar. Kaput yakaları, Allah’ın rahmetini o civan delikanlıların yüreklerine akıtabilmek istercesine semaya dikilmiş, kaskatı... Hele bıyıkları, hele hele bıyıkları ve sakalları! Her biri birer fütuhat oku gibi çelik misal. Ya gözler?.. Donmuş olmasına rağmen şu kahredici tipinin bile örtüp kapatamadığı gözleri!.. Apaçık!.. Tabiata da başkumandana da karşısındaki düşmana da isyan eden ama Allah’ına teslimiyetle bakan gözler... Açık, vallahi apaçık!..

    İkinci sırada öyle bir manzara ki, hiçbir heykeltraş benzerini yapmayı başaramamıştır. O ürkütücü ayaza rağmen, sağlarında fişekleri debelenerek üzerlerinden atmaya tenezzül etmemiş iki katırın yanında başları semaya dönük, altı masal güzeli Mehmed... Sandıkları bir avuçlamışlar ki, hayatı biz ancak böyle bir hırsla avuçlayıvermişizdir. Öylesine kaskatı kesilmişler. 

    Ve sağ başta Binbaşı Mustafa Nihat. Ayakta... Yarabbi, bu bir ayakta duruştur ki, karşısında düşmanı da kâfiri de lanetlisi de Allah’ın huzurunda diz çöküş halinde gibi. Endamı, düşmanı dize getiren bir tekbir velvelesi gibi. Belinde, fişeklerinin yuvalarını tipi ile kapatmaya bütün gece düşen kar bile razı olmamış. Sol eli boynundaki dürbünü kavramış. Havada donmuş, kale sancağı gibi... Diğer eli belli ki, semaya uzanıp rahmet dilerken öylesine taşlaşmış. Hayrettir, başı açık. Gür erkek kömür karası saçları beyaza bulanmış...”

    “Allah u ekber Dağları’ndakı Türk müfrezesini esir alamadım. Bizden çok evvel Allah’larına teslim olmuşlardı. 24.12.1914 Perşembe.”

    Enver Paşa, her türlü tedbiri alarak halkın Sarıkamış Cephesi’nde olup biteni öğrenmesini engelledi. Fakat, facia, Ruslar vasıtasıyla dünyaya yayılınca her şey ortaya çıktı. Olan vatan evladına olmuştu. Evet, İtihat ve Terakki’nin bir ihtiras uğruna ülkeyi sürüklediği bu korkunç savaş felaketi, sayısız cepheye milyonlarca evladını gönderen bu millet için tam bir yıkım oldu.

    Ve bugün bu yiğitliklerin sergilendiği topraklar daha vahim bir durumda… çok daha tehlikeli bir yıkımla karşı karşıya… Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “… Eskiden tehlikeler hâriçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı… Şimdi tehlikeler içerden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz; çünkü düşmanı sezemez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder…”

    Milyonlarca Hizmet gönüllüsünü, insanca yaşama haklarından mahrum eden insafsız kimseler, gövdenin kılcallarına kadar sızmışlar. Cehennemi bir zindan haline getirmişler Mübarek Anadolu’yu. Yeryüzünde melekliği temsil eden hayırlı insanlara karşı akla hayale gelmedik isnatta, iftirada, tezvirde, tahkirde, tezyifte bulunuyorlar. Kendi karakterlerini ortaya koyuyorlar. Dilsiz şeytan kesilen hasetçiler de bunun nasıl bir soykırım olduğunu zamanla görecek…
     
    Ne gurbettir çöken İslâm’a İslâm’ın diyârında?
    Umar mıydın ki: Ma’bedler, ibâdetler yetîm olsun?
    Ezanlar arkasından ağlasın bir nesl-i me’yûsun?
    Umar mıydın: Cemâ’at bekleyip durdukça minberler,
    Dikilmiş dört direk görsün, serilmiş bir yığın mermer?
    M. Akif


    Gelecek zaman bu soykırımı kör gözlerin önüne koyacak. Şu anda bile, azıcık insanlıklarını unutmamışlarsa gelecekte zamanın göstermesinin karın ağrılarını çekmeye başlamışlardır. Bugün olmasa da yarın mutlaka bu hakikatleri görünce kafalarını duvarlara vuracaklar. 

    Çünkü, ülkesine, vatanına, milletine, dinine, diyanetine ve kültürüne hizmet etmediği zaman yaşamayı abes sayan insanlar zulme maruz bırakıldı. 
    'Bu gayeler uğrunda yaşıyorsam yaşamamın bir manası var, yoksa abes yaşamaktan, bu dünyada boşuna yer işgal etmekten sana sığınırım Rabbim!' diye her gün dua dua yalvaran insanlar cadı avına tabi tutuldu… 

    Her dâvâ insanı gibi o Hizmet gönüllüleri de sahip oldukları maddî imkânları sarf etmelerinin yanında, doğup büyüdükleri bu mübarek toprakları, sadece dinini, düşüncesini, hürriyetini, insanlığını daha iyi duyup yaşayabilmek için terk ettiler, yani hicret ettiler. Bu onların fedakârlıklarının ayrı bir buuduydu. Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (r.anhüm) olmak üzere zengin-fakir, genç-yaşlı, kadın-erkek.. hemen hepsi hicret etmişlerdi. Ve hicret edip ata yurtlarını, ana yurtlarını terk ederken, bütün mal varlıklarını da Mekke'nin zalim ve cebbar insanlarına bırakmışlar ve ancak yol azığı olabilecek miktarda çok az bir şeyi beraberlerinde götürebilmişlerdi. Evet, Muhacirler inandığı, gönül verdiği dâvâlarını tebliğ ve temsil etme için böylesi fedakârlığa katlanırken, Medine'de onlara kucak açan, onları bağırlarına basan Ensar da fedakârlığın ayrı bir derinliğiyle onlara karşılık vermişti. Evet, Ensar aynı dine inandıkları Mekkeli kardeşlerini, fakir olmalarına, çiftçilikle geçinmelerine rağmen bağırlarına basmış ve onlara fevkalade civanmertçe davranmışlardı.

    Ama ne olursa olsun, ashab-ı güzin efendilerimiz (ra) doğup büyüdükleri o kutsal toprakları öyle bir kalemde silip atmamışlardı. Belki ‘Hicret diyarında kalmak ve orada ölmek’ zihinlerine ve kalplerine muhkem bir kaziyye olarak kazınmıştı ama; Mekke yine gözlerinde değerliydi ve vazgeçilmezdi.   

    Peygamber Efendimizin (sav) İstanbul için söylediği ‘Le tüftehunnel Kostantiniyyeh fele ni'mel emiru emiruhâ ve le ni'mel ceyşû zelikel ceyşû’  'İstanbul mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan!. Ve onu fetheden ordu ne güzel ordudur!' beyanları da hicret diyarlarında bulunan ve belki bugün İstanbul’a, Anadolu’ya gidemeyen samimi insanlar için çok değerli bir müjdedir. 
    Birinci defa bu güzel şehri fetheden Fatih Sultan Mehmet Han’dan bahsederken ahirzamanda ikinci bir fethin de müjdesini vermektedir. 

    Hocaefendi bu konuda şöyle buyuruyor:
    ‘İstanbul maddi-mânevi şirinliği, güzelliği ve evliyaların merkadlarını, hatta çok kimselerin makamlarını bağrında barındırmasıyla, gerçekten mübarek bir beldedir. İnşaallah hâlâ o mübarekiyetini devam ettiriyordur. Ettirmese bile, bir gün -İnşaallah- tam manâsıyla arzu edilen o mübarekiyete yeniden ulaşacak ve orada Ruh-u Revan-ı Muhammedi hakiki ma'nâda yeniden esmeye ve dalgalanmaya başlayacaktır. Efendimiz zaten, İstanbul'un bir kere daha fethedileceğine işaret buyuruyor. Yani kendinden, kendi ruhundan kaçan insanımızın, yeniden kendi özüne sahip çıkacağını, kendi ruhuyla bütünleşeceğini, kalp ve ruhun hayatına yükseleceğini, Allah ile münasebete geçeceğini, müjdeliyor. Ümid ediyoruz bu da olacak ve ikinci bir fetih mutlaka gerçekleşecektir. Efendimiz İstanbul'la Deccal'ın zuhûru arasında ciddi bir münasebet buluyor ve bu noktaya parmak basıyor. Vakti gelince o da görülüp müşahede edilecektir. Ve daha kim bilir nice sırlar içindir ki, Allah Resulü İstanbul'a hususi manâda bir ilgi ve alâka göstermiş ve İstanbul'un fethini asırlarca önce müjdeleyip beşaret vermiştir!. (İstanbul'un fethi üzerine, Fethullah Gülen)


    Hasılı, başta Sarıkamış şehitleri olmak üzere, ülkemize, dinimize ve kültürümüze samimi olarak hizmet etme uğrunda toprağa düşmüş ecdadımızı rahmetle anıyor ve bugün yine onların himmetini ümitle bekliyoruz.  

    Biz, bu süreçte davamız için toprak olalım, bağrımıza tohum atmayan atmasın. Su olup akalım mecramızda; içmeyen içmesin. Güneş olup şualarımızla başları okşayalım; ondan istifade etmeyenler etmesin. Ağaç olup etrafımıza gölgeler salalım; o gölgeye sığınmayan sığınmasın. Asıl mesele, olmaktır, bizim olmamızdır; biz öyle olunca, esas kazanmış sayılırız. Böylece, Sarıkamış fedakarlarının gönüllerinde taşıdıkları değerlere de hürmetsizlik etmemiş oluruz. 
    Bugün olmazsa yarın, bir kısım kadirşinas insanlar, o çağlayana dudaklarını uzattıkları, o ağacın gölgesinde oturdukları zaman “Allah sizden razı olsun!” diyecekler… 

    13 Şub 2020 12:22
    YAZARIN SON YAZILARI