“Kendime onlarca kez söz vermiştim. Kızımın önünde ağlamayacaktım. Fakat küçük Sophie’mi solgun yüzüyle birden karşımda görünce, sözümü tutamadım... İçim parçalandı… O ise gözyaşlarını içine akıttı, ağlamadı. Bizden daha güçlüydü. Bizi, her zaman olduğu gibi, ölüme giderken de üzmek istemedi benim sevgili küçük Sophie'm!
‘Evimizin merdivenlerinde artık seni karşılayamayacağım kızım’ dedim ona. ‘Cennetin en güzel yerinde yeniden buluşacağız anneciğim, üzülme!.. Fritz’ime selamlar götür. O da üzülmesin! dedi. Ve onu birden kollarımızın arasından çekip götürdüler...”
Ölüme mahkûm edilen kızı Sophie Scholl’den bahsediyordu bu kadıncağız… Ludwig Maximilian Üniversitesi’nde biyoloji ve felsefe okuyan biricik ciğerparesinden… Kızıyla birlikte aynı anda idama mahkum edilen oğlundan ve onların arkadaşı olan gençten...
Peki neydi bu gençlerin ve onlarla birlikte hareket eden ‘Beyaz Gül’ün temsilcilerinin suçu? 21 yaşındaki Sophie Scholl, 24 yaşlarındaki tıp öğrencisi ağabeyi Hans Scholl ve ağabeyinin sınıf arkadaşı olan Christoph Probst nasıl bir suça bulaşmışlardı da idama mahkum edilmişlerdi?
Okul tatillerinde Almanya’daki bütün tıp öğrencileri, Wehrmacht’ın Sıhhiye Bölüğü’nde görev yapmak zorundaydılar. Hans ve Christoph da görevlendirilmişlerdi yaralı askerlerin tedavisi için… Hem de savaşın tüm şiddetiyle sürdüğü Doğu Cephesinde… Toplama kamplarında Nazilerin işlediği toplu kıyımları bizzat görmüşlerdi…On binlerce Alman askerinin Hitler'in gerçekleşemeyecek hayalleri uğruna nasıl ölüme yollandığına şahit olmuşlardı. Fakat, halk adeta uyutulmuştu Goebbels’in oluşturduğu havuz medyasıyla…
Hitler, Goebbels’in yolsuzluklarına müsamaha edip görmezden gelerek onun her türlü algıyla halkı kandırmasını istemişti. ‘‘Yalan ne kadar büyükse, inananı o kadar çok olur! Bana vicdansız bir medya ver, sana şuursuz bir toplum vereyim’’ demişti Goebbels. Bu amaçla, açmıştı yandaşa kesenin ağzını. Ülkedeki her gazeteyi, her radyo yayınını ve her sosyal faaliyeti verdiği rüşvetlerle, yönlendirme yoluna gitmişti. Yandaş bir medya ve yalanlarla kurulu bir algı dünyası oluşturmuştu.
Goebbels, savaş boyunca, yazı ve konuşmalarıyla insanları bu algı psikolojisinde tutmaya devam etmişti. Halk bir grup çılgının fantezilerine figüran olduğunu fark ettiğinde artık çok geç olacaktı.
İşte, Hans Scholl ve sınıf arkadaşı Christoph Probst Münih’e geri döndüklerinde, diktatörlüğün ülkeyi nasıl bir felakete sürüklediğinden hâlâ habersiz olan ya da savaşın büyük yıkımlarını görmezden gelecek kadar uyuşmuş olan halkı uyandırmak amacıyla harekete geçtiler...
Hans Scholl ve arkadaşları büyük bir gizlilik içinde, Scholl Kardeşlerin oturduğu Franz Josef Caddesi, 13 No’lu binanın arkasındaki bodrum katında “Beyaz Gül” adıyla şiddet içermeyen, pasif bir uyanış hareketi başlattılar. Eğitimlerinin yanında kaleme aldıkları bildirileri çok büyük zorluklar içinde çoğaltıp, Münih'te ve diğer bazı büyük kentlerde el altından dağıtmaya başladılar ve başarılı oldular...
Bir yıl içinde, vicdanlı ve insaflı kalplere sevgiyle seslenen bir dille beş ayrı bildiri hazırladılar. “Beyaz Gül” imzası vardı bildirilerin altında. Okuyanları derinden etkileyen bu bildiriler bütün Almanya'da çok ses getirdi. Apartman kapılarına, otobüs duraklarına, posta kutularına gizlice bırakılan ve hızla elden ele dolaşan bildirilerle küplere binmişti diktatörlük idaresi… Bütün üniversitelere “gizlidir” damgalı mektuplar yollayıp, rektörden hademeye kadar bütün görevlilere, bu bildirileri hazırlayanların bir an önce yakalanmaları için kendileriyle acilen işbirliğine geçmelerini emrediyordu. Münih başta olmak üzere birçok üniversitede yoğun bir cadı avı başlatıldı...
17 Şubat 1942 gecesi yine gizlice buluşan arkadaşlar altıncı bildirinin dağıtılacak yerleri konusunda kararsız kaldılar. Zira, imkanları ölçüsünde her yere dağıtmışlar, bu arada diktatörlük idaresi de her tarafta onları iyice kıstırmıştı. Hans Scholl, o gece her şeyi göze alarak kimsenin ummadığı bir yerde, okuduğu üniversitede gizlice dağıtmaya karar verdi.
18 Şubat 1942’de bütün ısrarlara rağmen kız kardeşi Sophie Scholl da ona yardım etmek için ağabeyiyle üniversiteye geldi. Saat 11.45’te okudukları üniversitenin ana binasında, altıncı bildiriyi dağıttılar… Fakat hala çantalarında bir kısım kalmıştı ve ülkelerinin özgür olması adına bir kağıdı bile geri götürmeye içleri elvermiyordu. Bildirileri koridorlara, merdivenlere alelacele bırakan Scholl kardeşler, kendilerini sinsice takip eden okul hademesi Jakob Schmid’in farkında değildiler. Ve onun tarafından yakalandılar...
Nazi Partisindeki etkin görevleri nedeniyle çok yeteneksiz biri olmasına rağmen genç yaşında Maximilian Üniversitesi'nin rektörlüğüne atanmış Prof. Walter Wüst, ele geçirdikleri başarılı iki öğrenci kardeşi büyük bir gururla diktatörlük rejimine teslim etti...
İşkenceler ve ağır sorgulamalar altında soruşturmanın kapsamı genişletilmişti…. Hans’ın odasında ele geçirilen bir not defterinde ismi vardı Christoph’un. Bu tek kanıt, onu ölüme götürmeye yetmişti. Scholl kardeşlerin sorguda ısrarla, “Bütün bu işleri biz yaptık, yazıp dağıttığımız bildirilerle ikimizden başka hiç kimsenin ilgisi yok!” demeleri dikkate alınmadı.
Bu üç genç tamamen düzmece olan Münih Adalet Sarayı’nın 253 numaralı salonunda vatana ihanet suçundan yargılandılar. Bu önemli davaya, Berlin’den Münih’e getirtilen ve verdiği üç bine yakın idam kararıyla Almanya tarihine, “Hitler’in kanlı hakimi” diye geçen Mahkeme Başkanı Roland Freisler baktı.
Gençlerin, dört gün süren sorgularındaki dik duruşları duruşma salonunda da devam etti…. Onların inancı, zalimler karşısında eğilmeyecek kadar onurlu olan başları, hak ve hukuk konusunda oradakilere verdikleri insanlık dersleri Mahkeme Başkanı Roland Freisler’i çileden çıkardı.
Hakim Freisler, sanık sandalyesindeki gençlere duruşma boyunca gırtlağı patlarcasına hakaretler yağdırdı… öfkesini bağırarak dindiremedi. Art arda kışkırtıcı sorularla saldırmaya devam etti. Gençlerin soğukkanlılık içinde verdiği bilinç dolu yanıtlar güdümlü mahkeme heyeti tarafından hiç dikkate alınmadı, duruşma kayıtlarına dahi doğru dürüst geçmedi...
Scholl Kardeşler, kaçınılmaz sona yürürlerken, mahkeme heyetine cesurca haykırdılar sözlerini.
Sophie, Freisler’in nefret dolu gözlerinin içine bakarak:
- Bizim bildirilerde yazıp söylediğimiz gerçekleri sizler de mutlaka düşünüyorsunuz; ama bunu seslendirmeye cesaretiniz yok, çünkü korkaksınız! dedi.
Hans, kız kardeşinin sözlerini şöyle tamamladı:
- Bugün bizi idam ediyorsunuz, fakat yarın sizler bizim durduğumuz bu yerde yargılanacak ve idama mahkûm edileceksiniz!
Yıldırım hızıyla ölüm cezasına çarptırılan üç genç, yaka paça çıkartılıp, aynı gün, başları giyotine vurulmak üzere Stadelheim Cezaevi’ne götürüldüler…
Kızları Sophie ve oğulları Hans ile vedalaşmaları için verilen birkaç dakikalık süre, yaşamlarının en acı anıydı baba Robert ve anne Lina Scholl için…
Baba Robert, onlara sımsıkı sarıldı ve:
- Sizinle gurur duyuyorum, yaptıklarınızla tarihe geçeceksiniz! dedi. Çocuklarının, sonu ölüm bile olsa, büyük bir inanç içinde kaderlerine razı olmalarına hayran kaldı. Her zamanki gibi dimdikti başları çocuklarının.
Hans:
- Anneciğim, babacığım, tüm şiddete rağmen, dimdik ayakta kalabilmek! der Goethe. Unutmayın, siz de dimdik ayakta kalmayı başarmalısınız! Yaptıklarımız doğruydu. Biz hiç pişman değiliz! dedi ayrılırken...
Kederli anne ve baba, cezaevinin kapısından birbirlerine tutunarak ağır adımlarla dışarıya çıktılar. Onları kapıda Sophie’nin nişanlısı Yüzbaşı Fritz Hartnagel karşıladı. Cezaevi kapısında sımsıkı kucaklaşıp, bir süre sessizce ağladılar...
Cezaevi müdürü, saat 17’de cezaların infaz edileceğini bildirmişti baba Scholl’e. Cenazeler, cezaevinin hemen yanındaki Perlacher Forst Mezarlığında toprağa verilecekti. Mezarlık görevlileri, gençler için yan yana üç mezar yeri kazmaya başlamışlardı bile...
Scholl çifti ve Fritz, cezaevi ile mezarlık arasındaki tenha yolun kenarında, soğuk bir banka oturdular. Yıkılmışlığın o ağır sessizliği içinde bir müddet öylece durdular... Bu dünya hayatı davası olmayan birileri için gerçekten yaşanmaya değmezdi… ‘Tüm şiddete rağmen, dimdik ayakta kalabilmek!..’ Evladının bu sözleri kulaklarında çınlıyordu… ‘Yaptıklarımız doğruydu. Biz hiç pişman değiliz!..’
Baba Scholl gözyaşlarına boğuldu, hiçbir şey söyleyemedi. Anne Scholl hem Sophie’nin son sözlerini nişanlısı Fritz’e iletmek hem de yüreğinin üstüne bir kaya gibi oturan üzüntüsünü atmak için kızıyla vedalaşma anını anlattı:
- Kendime onlarca kez söz vermiştim. Kızımın önünde ağlamayacaktım. Fakat küçük Sophie’mi solgun yüzüyle birden karşımda görünce, sözümü tutamadım... İçim parçalandı… O ise gözyaşlarını içine akıttı, ağlamadı. Bizden daha güçlüydü. Bizi, her zaman olduğu gibi, ölüme giderken de üzmek istemedi benim sevgili küçük Sophie'm! Evimizin merdivenlerinde artık seni karşılayamayacağım kızım’ dedim ona. ‘Cennetin en güzel yerinde yeniden buluşacağız anneciğim, üzülme!.. Fritz’ime selamlar götür. O da üzülmesin! dedi. Ve onu birden kollarımızın arasından çekip götürdüler...”
Hıçkırıklara boğulan anne Scholl'ün soğuk ellerini avucuna aldı Fritz. Kabus dolu savaşın katılaştırdığı yüreği askeri üniformasının altında ilk kez açıktan ağlıyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu… Elini paltosunun iç cebine attı, Sophie’sinden aldığı son mektubu çıkardı. Bir hafta önce askeri hastanede ateşler içinde kıvranırken aldığı bu mektubu, son dört gecedir belki yüzlerce kez okumuştu. İki kuru yaprak yapıştırmıştı kısa mektubunun üst köşesine sevgili Sophie'si…
“Sevgili Fritz’im, 16 Şubat 1943, Münih
Dün çiçekçiden satın aldığım üstü eflatun çiçeklerle yüklü, olağanüstü güzellikteki dal parçası, önümdeki yazı masamda, pencereden düşen gün ışığı altında salına salına dans edip durmakta.
Yüreğime ve gözlerime dolan sevincin coşkusuyla şu an en büyük dileğim; bu güzelim çiçekler solmadan bir an önce geri gelmen...
Ne zaman geleceksin?
İlk mektubum sana adres yanlışlığı yüzünden ulaşmamış. Şimdiki yazdığım adres yeterlidir umarım. En iyisi senden bir mektup alasıya kadar beklemek.
Geçenlerde (Wilhelm) Geyer ile burada ona ait resimlerin bir sergisini açtık. Onunla çok sık buluşuyoruz. Onun sıcak dostluğu insanı dinginleştiriyor.
Ne yazık! Sana bunları mektupta yazmak yerine, yanımda olmanı, bu güzel anları seninle birlikte yaşamayı isterdim oysa.
Yakında dönmen ve her şeye bıraktığımız yerden başlamak umuduyla.
Sophie’n sana çok çok selamlar yolluyor...”
Fritz gözyaşları içinde bu satırları okurken, üç gencin infaz saatleri yaklaşıyordu içerde… Bu arada, vicdanının sesine kulak veren kadın gardiyan:
- Kurallara aykırı ama... diyerek Sophie’yi hücresinden bildirilen saatten biraz erken çıkardı. Eline bir sigara ve kibrit tutuşturup demir parmaklıklar ardındaki bekleme odasına, ayakta sessizce yan yana duran Hans ve Christoph’un yanına getirdi. Bu son birkaç dakikayı onlara vedalaşmaları için tanımıştı kadın gardiyan.
Sophie, bitkin adımlarla ağabeyine ve Christoph’a yaklaştı…masum gözlerle baktı onlara. Kucaklaştılar sessizce…
- Yaptığımız iş doğruydu! dedi sadece Christoph iki kardeşin yüzüne bakarak…. Christoph biraz suçluluk hissediyordu. Çünkü, duruşmada kendisine son söz hakkı verildiğinde, infazının ertelenmesini dilemişti mahkeme heyetinden. Arkadaşlarının cesur duruşları karşısında, karısını ve çocuklarını son bir kez görmek umuduyla da olsa, üstü kapalı bir af dilediği için içten içe pişmanlık duyuyordu.
Bu isteği, ölümden korktuğu ya da yaptıklarından pişmanlık duyduğu için değildi. Christoph, evli ve üç çocuk babasıydı. Üçüncü çocuğu henüz dört haftalıktı. Eşi Herta, günlerdir loğusa ateşiyle yatmaktaydı. Diğer çocukları ise henüz iki ve üç yaşındaydılar. Babalarının yüzünü ilerde hiç anımsayamayacak yaşta olsalar da onları kucağına almak, son bir kez öpmek istiyordu Christoph. Bu dileği, Yargıç Freisler:
- Alman çocuklarının senin gibi aşağılık bir babaya ihtiyaçları yoktur! diyerek anında reddetmişti.
Üçünün de yüzünde bir tedirginlik, gözlerinde derin bir hüzün vardı. Sophie, elindeki sigarayı yaktı, derin derin nefesler çekip ağabeyine uzattı, ağabeyi de Christoph’a... Bildirileri elle çoğalttıkları o uykusuz ve yorgun gecelerin son nefesiymiş gibi derin derin çektiler içlerine...
Hiç konuşmadan bir süre birbirlerini süzdüler. Gözlerin sessizce vedasıydı bu… vazgeçmişlerdi sözcüklerden… Sözcüklerin bir kıymeti kalmamıştı artık… çünkü harekete geçirmiyordu vicdanları… İnsaflar sözden anlamaz olmuştu… Hak, hukuk, adalet o kalın kitapların arasında sadece okumak için mi vardı?.. Üniversitelerdeki onca akademisyen, doktor, öğrenci… insanlığın milyonlarca yıldan beri tecrübeyle kazandığı hakikatler… hikayeler, öyküler, romanlar, şiirler… bir korkuyla yok edilecek kadar basit miydi ki zilletle yaşama uğruna yok ediliyordu…
Neredeydi o hakların savunuculuğunu yapan insanlar… Neden sesleri çıkmazdı? Çıkarlarının altında kaybolmamış hakimler, savcılar, avukatlar… insanlığın huzuruna kendilerini adamış bilim adamları… körleşmemiş gözler, sağırlaşmamış kulaklar… evlatlarına iyilik masalları anlatan babalar, anneler…nineler, dedeler neredeydi?
Faust ve Mefisto’nun mücadelesini destanlaştıran Goethe'nin dillerine ne olmuştu?.. ‘Tüm şiddete rağmen, dimdik ayakta kalabilmek!..’ diye üniversitede başarı hikayeleri anlatan hocalardan kimse kalmamış mıydı hayatta?
Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Campanella’yı… Cervantes’i, Viktor Hugo’yu… Mücadeleyi, sevgiyi, ahlakı, erdemi… aşkı, fedakarlığı… karakterli olmayı… eğilip bükülmemeyi, satılıp alınmamayı… boğazlarını patlatırcasına savunan ediplere, sanatkarlara, öğretmenlere ne olmuştu?
İnsanlık onurunu, hak ve hukuku… savunacak sadece bu üç genç kalmışsa onlar da yok ediliyordu işte! Neredeydi insan namını taşıyan gerçek vicdanlar?
Üçü de konuşmuyor, birbirlerinin yüzlerine bakarak paylaşıyorlardı bu düşüncelerini. İnsan ne tuhaf bir varlıktı! Zilletle yaşamayı nasıl izzetle ölmeye tercih ederdi? Böyleleri zaten her an zilletin en reziliyle bin kere ölmüyor muydu?
İnsan izzetle yaşamalı ve ölecekse de hür yaşama adına insanlık için Hizmet ederken ölmeliydi!
Hans, kız kardeşi Sophie’nin yüzünü duruşma salonundaki gibi gururla izliyordu. Ulm’deki baba evinden üniversite okumak için Münih’e gelişinin üstünden henüz dokuz ay geçmişti. Sophie’nin ağır valizleriyle trenden zar zor inişi, sevinç çığlıklarıyla kucaklaşmaları gözlerinin önündeydi...
Sophie’yi bu hareketten uzak tutmak için ne çok ısrar etmişti Hans. Fakat söz dinletememişti dava ruhu taşıyan bu kardeşine... Hak ve hukuk adına bir şey yapabilmenin coşkusuyla her işe atılmış, aldığı her görevi en iyi şekilde yerine getirmişti Sophie.
Saat 17'ye yaklaşıyordu. Cellat Johann Reichhart, binlerce infazın verdiği alışkanlıkla, 'hazırım' işareti verdi kapıdan.
Giyotin odasına ilk Sophie gidecekti. Üç genç, “Birkaç dakika sonra sonsuzlukta buluşmak üzere!” diyerek birbirlerine son kez, sımsıkı sarıldılar.
Gardiyan bekleme odasının kapısını açtı. Siyah elbiseli, kravatlı, fötr şapkalı infaz görevlileri, Sophie’nin zayıf kollarını kelepçeleyip, giyotin odasına götürmek için avluya çıkardılar. Ağabeyi Hans’ın çok övdüğü bahçedeki çiçeklerin açmasına çok kısa bir süre kala hayattan koparılan Sophie’nin son sözleri şunlar oldu:
“Güneş hâlâ ışıl ışıl…”
Scholl Kardeşler ve “Beyaz Gül”ün diğer üyeleri… Willi Graf, Alexsander Schmorell…son bildirinin tamamını kaleme alan hocaları Profesör Kurt Huber… ve onlar gibi günümüze kadar hür düşünce uğruna tutuklanan, sorgulanan, işkence gören milyonlarca masum gönül...vicdanlı, insaflı ve merhametli insanların seslerini güçlü çıkaracakları günü bekliyor…