“Tavan üzerime yıkılacak gibi oluyor. Cübbemi paralayacağım geliyor. Fakat sizi tahliye edemiyorum! Anlayınız!”
‘Ben ne gibi bir cezaya mı müstahakım? Ömrüm boyunca iyilik yolunda dilimi tutmadığım için?.. Paraya, mala, hatipliğe ve memlekette durmadan ortaya çıkan türlü türlü rütbelere, entrikalara ve fırkalara bağlanmadığım için?.. Bu gibi faaliyetler altında yaşamayı kendime yakıştırmadığım, kendimi böyle bir hayat sürmeyecek kadar şerefli saydığım için... Kendimi böyle şeylere verecek olursam ne kendime ne de size bir faydam olur diye onların hepsinden uzak kaldığım için?.. Bütün bunlar için ben ne gibi bir cezaya mı müstahakım?...
Bana ceza olarak Pityon da Millet Sarayında ziyafet çekiniz!... Bana uygulanacak en büyük ceza bu!’
Fikir ve hukuk tarihinin büyük düşünürlerinden Sokrat'ın Apoloji adlı eserinden yukardaki birkaç satırı okuyordu Necip Fazıl Kısakürek, hakim önünde… (Necip Fazıl Kısakürek, Müdafaalarım) ‘Sümerbank devlet kurumu gibi değil, bir partinin organı gibi çalışıyor’ demesiydi bütün suçu…
Ve nükteli bir şekilde son noktayı koyuyordu mahkemede:
‘Muhterem Hâkim son cümlemi arz ediyorum:
Ben, Türk vatandaşı ve yazarı Necip Fazıl, en fevkalade mikyasta doldurduğunuzu sezdiğim Türk kaza mevkiinin bir mümessilinden beraatimi istemeye utanırım. Hakk’ın bu kadar gür seslisini ve açığını istemek sanki hâkimden şüphe etmek gibi bir his verir bana...’
Netice, hapis ve para cezasıydı…
1952’deki Malatya hadisesinde ise Necip Fazıl’ın yanında ülkenin pek çok güzel insanı vardı bu sefer hakimin önünde… Bediüzzaman, Osman Yüksel Serdengeçti… ve daha kimler… kimler... aynı davada…
22 Kasım 1952’de Hüseyin Üzmez’in, Vatan Gazetesi sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’a suikastı bahane edilerek ülkede devlet terörü estirilmiş, pek çok yazar ve gazeteci gözaltına alınmıştı. Suikast girişimiyle hiçbir ilişkisi bulunmayan Bediüzzaman Said Nursi’ye dahi ‘fırsat bu fırsat!’ deyip dava açılmış, talebeleri tutuklanmıştı.
Bediüzzaman, Malatya olayının amacını “Düşmanlarımız suç bulamıyor. Malatya hadisesi bahanesiyle, hiç olmazsa Nur talebelerinden altı yüz faal ve muktedir olanlarını mahkemeye vermek planı yapıldı.” diye açıklıyordu olup biteni Risale-i Nurlar’da…
Osman Yüksel Serdengeçti de aynı suçlamaya maruz kalmıştı. Necip Fazıl ile birlikte önce Malatya Cezaevi’ne, ardından da Ankara Kapalı Cezaevi’ne gönderilen Serdengeçti, 14 ay cezaevinde hapis yattı. Uğradığı zulümler karşısında:
“Biz bunları çok gördük, bu kelepçeler Menderes’in demokrasi fabrikasında imal edildi. Bunlar bindikleri dalları kesiyorlar, yarın ne olacağını Allah bilir. Başlarına bir iş gelirse yine biz üzülürüz.” diyecekti.
Sözde Malatya olayını tertip edenlerin, Necip Fazıl’ın ‘Büyük Doğu’ dergisini okudukları iddia edilmiş ve bu ‘suç delili’ gösterilerek Necip Fazıl göz altına alınmıştı. Osman Yüksel Serdengeçti için de durum aynıydı…
Malatya’daki hadisenin Bediüzzaman Said Nursi ve talebeleri ile de hiçbir ilişkisi yoktu. Ancak Bediüzzaman’ın Samsun’daki bir gazetede kendisinin dahi haberi olmadan yayımlanan bir yazısı soruşturma için yeterli olmuştu.
Her tarafa baskınlar yapılıyor, bir cadı avı yürütülüyordu memlekette. Nur talebeleri ile birlikte Mustafa Sungur gözaltına alınmıştı.
Bediüzzaman, Ramazan ayında Emirdağ’da kırlara çıktığı bir gün, bir başçavuş ve üç silahlı jandarma yanına gelerek Bediüzzaman’ı Şapka Kanunu’na muhalefet ettiği gerekçesi ile zorla karakola götürmüştü. Bediüzzaman, bu hukuk dışı durumu bir mektupla bildirmişti Adalet ve İçişleri Bakanlığı’na. Talebeleri, yazılan mektubun bir nüshasını, Bediüzzaman’ın haberi olmadan Samsun’da yayımlanan Büyük Cihad gazetesine göndermişlerdi. ‘En Büyük İspat’ başlığı altında yayımlanmıştı yazı. Bütün suç unsuru buydu.
Savcı, bu soruşturmada Necip Fazıl Kısakürek dahil 6 kişinin idamını istiyordu.
Emirdağ’da yaşayan Bediüzzaman mahkemeye çağrıldı. Ardından Bediüzzaman’ın Emirdağ’dan Samsun’a mahkemeye celbi istendi. Çok rahatsız ve ihtiyar olması sebebiyle ilçe doktorundan aldığı rapor hiç dikkate alınmadı. Savcının ısrarı üzerine Bediüzzaman, Samsun’da mahkemede bulunmaya karar vererek İstanbul’a kadar geldi.
Fakat sağlığı daha da bozulunca yola devam edemedi, bir sağlık raporu daha alıp mahkemeye gönderdi. Raporda, Bediüzzaman’ın vücudunun ne karadan ne denizden ne de havadan Samsun’a gitmeye tahammül edemeyeceği yazıyordu.
Mahkeme heyeti, rapora istinaden, Bediüzzaman’ın İstanbul mahkemelerinden birinde ifadesinin alınmasına karar verdi. 1953’te mahkeme, Bediüzzaman’ın beraatına karar verdi. Bediüzzaman’ın suçlamalara verdiği cevaplar tarihin sayfalarını süsleyecek eşsiz nitelikteydi.
Necip Fazıl’ın dosyasında da tek bir suç delil bulunmuyordu.
“Hakkımdaki deliller nedir?” diye soran Necip Fazıl’ın savunmaları da tarihe geçmişti. Büyük Doğu’da yazdığı yazılar delil olarak gösterilince hakime şu müthiş sözlerle itiraz etmişti:
“Benim, müteşebbis sanıkları doğrudan doğruya azmettirdiğime dair elde hiçbir delil bulunmadığına, her şey yazılarımdan alınan ilhamla yapılmış farz edildiğinde ve bütün mesele böyle bir faraziyenin ceza hukuku bakımından suç teşkil edip etmeyeceği üzerinde olduğuna göre, bu davayı kökünden hal ve fasl edici bir misali takdim etmeliyim:
‘Dünya edebiyatında kıskançlığın şaheseri Othello’dur. Shakespeare’in meşhur Othello’su… Şimdi hastalık derecesinde kıskanç bir koca, sırf bu hissi yüzünden karısını öldürse ve cebinden Othello çıksa, şu kürsünün üzerine eğilmiş beni hayretle dinleyen kaytan bıyıklı savcı, Shakespeare’in iskeletine pranga vurulması için Londra savcılığına müzekkere mi yazacaktır?”
Necip Fazıl’ın tahliye talebini reddeden hâkim üzerindeki siyasi baskıyı şöyle dile getirmekten kendini alamayacaktı:
“Tavan üzerime yıkılacak gibi oluyor. Cübbemi paralayacağım geliyor. Fakat sizi tahliye edemiyorum! Anlayınız!” diyordu.
Bu yargılamalar sırasında dikkatleri çeken simalardan birisi de Osman Yüksel Serdengeçti’ydi… Daha kısa bir süre önce bizzat yüz yüze tanıştığı Bediüzzaman’la aynı davada yargılanmak kendisi için hem sevindirici hem de üzücüydü… Seviniyordu, zira bir şeref olarak görüyordu bunu… Üzülüyordu, çünkü bu yaşlı ve hasta gönül insanına yapılanlar ağır bir zulümdü…
Bediüzzaman ile olan ilk görüşmesi bütün teferruatıyla gözlerinin önünden geçiyordu Serdengeçti’nin… Kelimelere dökülüyordu dilinden yaşadığı hatıralar…
“Hatırı sayılır bir din adamıyla Said Nursî Hazretleri hakkında münakaşa ediyorduk. Muhatabımın dinî bilgisi ve bu husustaki selâhiyeti münakaşa götürmez bir hakikattı. Fakat bütün bunlara rağmen İslâmın hareket, hamle, heyecan tarafına yanaşmıyordu. O bakımdan Said Nursî’nin mücadeleci hayatı onu fazla alâkadar etmiyor hatta bu yaştan sonra onun bu işlerle uğraşmasını doğru bulmuyordu. Bilâkis ben hareket haline gelmeyen, gelemeyen hiçbir imana taraftar değildim. Çok bilmek bir şey ifade etmezdi. İş, bildiğini yapabilmekti. Said Nursî’nin mücadelelerle dolu hayatı, o yılmazlığı, o dönmezliği, bana İlâhî bir heyecan veriyordu. Galiba Hazret o zaman Denizli Hapishanesinde bulunuyordu. Denizli adliyesinde stajyer bulunan bir arkadaşım Said Nur’un harikulâde hayatından bahsetmiş, bana Nur Risaleleri getirmişti. Eserlerini tam manasiyle okuyamamakla beraber, kudretli, kurtarıcı bir ruhun karşısında olduğumu görüyordum. Yukarıda da zikrettiğim gibi beni asıl ilgilendiren onun mücadelelerle dolu hayatı.
Muhatabımı dilimin döndüğü kadar iknaya çalıştım. Said-i Nursî’nin gençlik üzerindeki tesirlerinden bahsettim.
O gece bir rüya görüyorum: Geniş yeşil bir meydan. Meydanda binlerce, on binlerce insan. Bu insanlar hem genişliğine hem derinliğine meydana yayılmışlar. Omuz omuza göklere kadar yükselmişler. O onun omuzuna basmış, o onun omzuna… Böylece bu muazzam insan yığınından adeta koskoca bir dağ meydana gelmiş… Bu insanların en yükseğinde de Said Nursî Hazretleri… Sanki minarenin alemi gibi… Sanki kâinata Allah’ın varlığını, birliğini işaret eder gibi, bir heybetle duruyor. Ben karşıdayım. Beni gördü. Gülümseyerek iki eliyle selâm verdi. Selâmını aldım. Başı göklere değiyordu. Saçları rüzgârlara karışmıştı. Bütün insanlar ayaklarının altında idi… Omuz omuza vererek onun dünyadaki mesnetleri haline gelmişlerdi. Rüyada heyecanlanmışım, uyanıverdim.
Zaman zaman, gördüğüm bu harikulâde rüyanın tesiri altında kalıyordum. Geçenlerde bunu Nur talebelerine anlattım. Çocuklar ‘Ta kendisini görmüşsün Osman ağabey, şekli de tarif ettiğin gibi. Selâm verişi de…’ dediler. Bunun üzerine Serdengeçti’de (dergi) ‘Said Nur ve Talebeleri’ başlıklı bir yazı yazdım. Bu suretle bu bahtiyar ihtiyara ve onun etrafında toplanan tertemiz din ve iman kardeşlerime hayranlığımı izhar ettim. Yazım, inanmış temiz, mümin gönüller tarafından heyecanla karşılandı. Birçok tebrik telgrafları, mektupları aldım.
Artık Said Nursî Hazretlerini görmek benim için adeta bir mecburiyetti. Rüyamda gördüğümü, gündüz gözüyle de görmek istiyordum.
İstanbul’a gittim. Aradım, sordum. Fatih’te Reşadiye Otelinde kalıyormuş. Yanımda Teknik Üniversiteden çok sevdiğim genç bir arkadaş var. Duydum ki Hazret, ikindiden sonra kimseyi kabul etmiyormuş. Aksi gibi vakit gecikmişti. Fakat muhakkak görmeliydim.
Reşadiye Otelini buluyorum. Otelin kâtibine soruyorum. ‘Üst katta 29 numaralı odada’ diyor. ‘Kabul ederlerse buyurun.’ Onun kapısına kadar varmak bile benim için güzel bir şey’ diyorum. Merdivenleri heyecanla çıkıyorum. İşte ’29’ numaralı odanın kapısındayız. Kapıda kendisine hizmet eden arkadaşlardan birkaçına rastladım. Onları Ankara’dan tanıyorum. Kendilerine ‘Bu saatte Üstadın kimseyi kabul etmediklerini biliyorum. Acaba ne zaman ziyaret edebiliriz?’ dedim.
‘Evet’ dediler. “İkindiden sonra kimseyi içeri almıyorlar. Amma sizi herhalde kabul ederler. Bir soralım…
Buyurun!’ dediler. İçeri girdik. Beni görünce: ‘Sen Serdengeçti Osman?‘ ‘Evet’ dedim. ‘O yazıları yazan sen?‘ ‘Evet’.
Bize işaret etti. ‘Oturun.’ Oturduk.
Sağında solunda kâğıtlar dağılmıştı. Bazı eserlerini tashih ediyorlardı. İlk heyecanım yatıştıktan sonra Üstada iyice baktım. Rüyamda başı göklere değen zat bu zattı. Kıyafetine varıncaya kadar aynısı ve tıpkısı. Hayret ediyordum. Bir anda durakladıktan sonra Üstad bize karşı tekrar döndüler:
‘Ben seni eskiden biliyordum. Emirdağ’da iken mecmuanı getirdiler. Allah ve din yolundan her şeyimden vazgeçtim, başımı bu yola koydum, demişsin. Aferin, aferin, maşaallah, maşaallah… Daha çok da genç. Bir oğlum olsaydı adını Serdengeçti koyardım’ dediler.
Sonra etrafındakilere hitap ederek: ‘Bu benim oğlum. Oğlum olsaydı böyle yetiştirirdim’ iltifatlarında bulundular. Orada bir kitap varmış. O kitapta yan yana iki resim var. Bana gösterdiler. ‘İşte şu benim biraderzadem Abdurrahman. O benim oğlumdu, öldü. Şimdi sensin…’
Fotoğraflara bakıyorum. Bir tanesi kendilerinin gençlik resimleriydi. Diğer biraderzadesi. Ben heyecandan nefes alamayacak bir hale gelmiştim. Talebeler karşısında diz çökmüş oturuyorlardı. Odada soba yanıyordu.
Her tarafta insanı saran manevi bir sükûn vardı. Sonra Üstad tekrar konuşmaya başladılar, bu sefer yanımda bulunan üniversiteli arkadaşa hitap ettiler: ‘Madem ki Serdengeçti getirdi, sen… Sen de talebemizsin, Nur Talebesi.’ Nur Risalelerini okumasını söylediler. Nefse hakimiyetten bahsettiler… ‘Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın emirlerini yerine getirdim. Mücadele ettim, yılmadım.’
Kendilerine yukarıda bahsettiğim rüyayı anlattım. Fevkalâde mütehassis oldular. ‘O bütün insanların üzerinde gördüğün ben değilim. O Nurdur, Nur Risaleleridir. Ben bu dâvanın âciz bir hizmetkârıyım’ buyurdular. Bana mecmuanın kapatılıp kapatılmadığını sordular. ‘Hayır’ dedim. ‘İnşaallah çıkacak. Dua edin efendim’ ‘Mecmuanda şahıslara dokunma. Onların gurur ve enaniyet damarlarına basma. Zarar gelir.’ Parmaklarını birleştirip, ‘Bu dâvanın yolcuları birleşiniz, ayrılmayınız’ dediler.
Parmaklarına bakıyorum. Bir zamanlar kılıç tutmuş, şimdi kalem tutan parmaklarına. Parmakları kalem gibi idi. Gözleri açık mavi, duru durgun bir bakışı vardı. Şark şivesiyle konuşuyorlardı. Fakat ne söylediklerini mükemmel anlıyorduk. Asliyetinden, yerliliğinden hiçbir şey kaybetmemişti.
Yüzü soluktu. Adı gibi kendisi de nurdu. Bir pir-i fani idi. Fakat fani olmayan, ezelî ve ebedî bir varlığa bağlanmıştı. Bu varlık için her şeyini feda etmiş, onun yolunda yok olmuştu. İşte onun gönüller fetheden, kalabalıklar toplayan manevi gücü oradan geliyordu. Varlığı bu yokluktan, ‘yok’ oluştan geliyordu.
Soba yanıyor, Üstad bir mürakabe halinde imiş gibi susuyor, etrafındaki talebeleri hayal gibi sessizce dolaşıyorlar, Üstad’ın hizmetine bakıyorlardı. Sanki bu oda, bu köşe, şu bin bir milletin, bin bir rezaletin, kaynaştığı İstanbul’da değildi. Ahiretten bir köşe idi… Öyle bir haz içinde idim.
Artık fazla kalamazdık. Müsaadelerini istedik. Ellerini öptük. O da boynuma sarıldı, alnımdan, yüzümden, gözümden öptü, bana dualar etti.
Yeniden dünyaya gelmiş gibi, basübadelmevte kavuşmuş gibi bir başka hal içinde, huzur içinde huzurundan ayrıldık.”
(Said Nursi’nin Huzurunda, Serdengeçti, Mayıs-Haziran,15. ve 16. Sayı, 1952)
Devam edecek…