Osman Yüksel Serdengeçti, Bediüzzaman ile yaptığı ilk görüşmesinden yeniden doğmuş gibi coşkun bir ruhla ayrılmıştı İstanbul Fatih’teki Reşadiye Oteli’nden.
‘Yeniden dünyaya gelmiş gibi, basübadelmevte kavuşmuş gibi bir başka hal içinde, huzur içinde huzurundan ayrıldık.’ diyordu hatıralarında.
Bu coşkun heyecanla yapılacak çok güzel işler vardı. Üstad’la görüşmeden önce Serdengeçti dergisinin 6. sayısında (Mart/1952) yayınladığı ‘Said Nur ve Talebeleri’ başlıklı yazısı şimdi hakkal yakin bütün zerrelerine nüfuz etmişti:
“Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı… Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok! Hepsi bir şeye inanmış: Allah’a… lemlerin Rabbi olan Allah’a… O’nun ulu Peygamberine, O’nun büyük kitabına…
Kur’ân henüz yeni nazil olmuş gibi…herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini adeta Asr-ı Saadet’te hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur… Hepsi huzur içindeler.
Temiz, ulvi, sonsuz bir şeye bağlanmak; her yerde hazır, nazır olana, lemlerin Yaratıcısına bağlanmak; o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak… Evet, ne büyük saadet!”
Fakat, Serdengeçti’nin bu coşkun ruhuna bir müddet sonra, 1952 kışına doğru kelepçe vurulacaktı. Serdengeçti ve Necip Fazıl gibi pek çok kimse yaptıkları yayınlar suç gösterilerek tutuklanmışlardı.
Zaten, hapishaneler Serdengeçti için asıl ev konumuna gelmişti. Öyle ki, çıkardığı her dergiden sonra, “açılın kapılar Osman geliyor” sözleriyle hakikat uğruna bedel ödemekten çekinmeyeceğini haykırıyor ve zindanı, hücreyi göze alıyordu.
Necip Fazıl ile birlikte önce Malatya Cezaevi’ne, ardından da Ankara Kapalı Cezaevi’ne gönderilen Serdengeçti, 14 ay cezaevinde hapis yattı.
Hayatının güzel yıllarını hücrede geçiren bu mücadele insanı, demokrasinin olmadığı o günlerde çok sıkıntılar çekecekti. Hapisten çıkacak… yokluklar içinde bir dergi çıkaracak ve ardından yine kapalı dört duvar arkasında soluğu alacaktı...
Dört duvar da değil, tam bir tabuttu tutulduğu yer… 50 cm genişliğinde, 2 metre uzunluğunda, penceresiz, yataksız, halısız…küflü, nemli, havasız beton bir tabut… Ayrıca duvarlara prangalarla bağlanan eller, ayaklar… böyle geçen günler ve aylar...
Tepede yanan soba gibi üç adet ampul… Önce saçları yakmaya…sonra da beyni haşlamaya başlayan ampullerin çıldırtan sıcaklığı…
Serdengeçti gibi heyecanlı bir simanın bunca zulme sabretmesi mümkün değildi; ama Bediüzzaman’ın geliştirdiği mücadele tarzından çok etkilenmişti. Bu kendisini biraz daha müspet hareket etmeye sevk ediyordu.
Müspet hareket etmenin, korkaklık, sindirilmişlik, pasiflik, pısırıklık, demek olmadığını daha iyi anlıyordu o büyük Üstad’ın mücadele şekline bakarak. Bizzat bir model olarak hür düşünce için nasıl mücadele edileceğini gösteriyordu Bediüzzaman hayatıyla.
‘Said Nursî'nin mücadelelerle dolu hayatı, o yılmazlığı, o dönmezliği, bana İlâhî bir heyecan veriyordu.’ diyor…
O yüzden, Serdengeçti, tahliye edildikten sonra Isparta’ya uğrayıp Üstad Bediüzzaman’ı ikinci kez ziyaret etmeyi çok arzuluyordu.
‘Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa, tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar yahut idam sehpasına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur…’ Sözlerinde kendisini bulduğu bu Zat’ı görmese delirecekti.
Serdengeçti, ruhunda doğan bu isteği daha fazla bastıramadı ve düştü Isparta yollarına… Gerisini kendisinden dinleyelim:
“1954 senesiydi… Bu, Üstadı ikinci defa ziyaretimdi.
Isparta’da dinî ve millî neşriyatı satan bir kitapçı dükkânı vardı. Oraya giderek Üstadı sordum. Bu esnada aniden Ziver (Zübeyir Gündüzalp) zuhur etti. Rahmetli ne kahraman insandı ne iman vardı Rabbim onda, ateş gibi bir delikanlıydı.
Üstadı ziyaret etmek istediğimi söyledim.
‘Üstad hasta ama sizi kabul eder’ dedi. Ayrı ayrı yollardan Üstadın kaldığı eve gittik. Devamlı polis kontrolündeydi. Mahalle arasında ahşap bir eve girdik.’
İşte tam karşısındaydı o büyük Üstad…‘Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar…
Üç devir; Meşrutiyet, İttihad ve Terakki, Cumhuriyet… Bu üç devir büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış!
Yalnız bir adam var. O, ayakta… İmanı, sıradağlar gibi muhkem. Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı imanlı bağrını siper etmiş. “Allah” demiş, “Peygamber” demiş, başka bir şey dememiş. Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir âlim onu yenememiş. Kayalar gibi çetin, müthiş bir irade, şimşekler gibi bir zekâ; işte Said Nur!’
Ve devam ediyor Serdengeçti:
‘Malatya hâdisesinden sonra tevkif edilişimi Üstada şikâyet ettim:
‘Eskiden, Halk Partisi devrinde olduğu gibi, bunlar, Demokratlar da bizi hapsediyorlar efendim!’ dedim.
Cevap olarak:
‘Elbette hapse gireceksin, yoksa ‘Hizmetten vaz mı geçti, İslâm davasından döndü mü?’ diye Müslümanlar senden şüphelenirler’ diye buyurdu.’
Susmuş, karşısındaki yiğit dava adamına bakıyordu genç adam. Ne kadar da doğruydu onun hakkında yazdıkları:
‘O, hapishanelerden hapishanelere atıldı. Hapishaneler, zindanlar onun sayesinde medrese-i Yûsufiye oldu. Said Nur, zindanları nur, gönülleri nur eyledi. Nice azılı katiller, nice nizam ve ırz düşmanları, bu iman abidesinin karşısında eridiler; sanki yeniden yaratıldılar. Hepsi halim-selim mü’minler haline, hayırlı vatandaşlar haline geldiler. Sizin hangi mektepleriniz, hangi terbiye sistemleriniz bunu yapabildi, yapabilir?
Onu diyar diyar sürdüler. Her sürgün yeri, onun öz vatanı oldu. Nereye gitse, nereye sürülse, etrafı saf, temiz mü’minler tarafından sarılıyordu. Kanunlar, yasaklar, polisler, jandarmalar, kalın hapishane duvarları, onu mü’min kardeşlerinden bir an bile ayıramadı. Büyük mürşidin, talebeleriyle arasına yığılan bu maddî kesafetler; din, aşk, iman sâyesinde letafetler haline geldiler. Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdit ve tehditleri, ruh âleminin ummanlarında büyük dalgalar meydana getirdi…
Gözlerinin nuru sönmüş, iç âlemlerinin ışığı sönmüş, harabeye dönmüş olan körler bu nurdan, bu ışıktan korktular. Bu aziz adamı, dillerden hiç eksik etmedikleri “İnkılâba, lâikliğe aykırı hareket ediyor” diye, tekrar tekrar mahkemeye verdiler; tekrar tekrar hapishanelere attılar. Kaç kere zehirlemek istediler. Ona zehirler panzehir oldu, zindanlar dershane... Onun nuru, Kur’ân’ın nuru, Allah’ın nuru vatan sınırlarını da aştı.’
Düşünceler içinde “Çağın Eşsiz Güzeli”e bakıyordu Serdengeçti… Divan-ı harpler, mahkemeler, ihtilaller, idam sehpaları, sürgünler bu iman abidesini yolundan çevirememiş...
‘Bir daha uğra!’ Üstad’ın bu sesiyle sıyrıldı onun nur yüzünde daldığı duygu aleminden…
‘Bir daha uğra!’ Bu tatlı ses bir kere daha… bir kere daha yankılandı kulaklarında…
Bediüzzaman’la olan bu ikinci görüşmeden de coşkun bir huzurla ayrılıyordu Osman Yüksel Serdengeçti.
Artık gönlü ve gözü üçüncü bir görüşme nöbetindeydi…ama…Ama üçüncü kez görüşmek nasip olmayacaktı… Bugün, yarın derken zaman geçip gidecekti… İmkanlar ve şartlar kolayca aşılacak gibi değildi…
Ve bir gün…Bediüzzaman Said Nursi’nin vefatını Ankara’da haber alacaktı büyük bir şokla…
Serdengeçti, onun vefatına çok ama çok üzülecek, günlerce ağızsız, dilsiz hüzünle oturacaktı.
Serdengeçti iki kişinin ölümüne çok büyük ölçüde üzülmüştü. Bu iki kişiden ilki Bediüzzaman Said Nursi…ikincisi ise Necip Fazıl Kısakürek’ti...
Onlar için "arkalarında boşluk bırakmadılar, bütün boşlukları doldura doldura gittiler." diyordu.
‘Beraat ettim diye sevineyim mi?’
Osman Yüksel Serdengeçti’nin Demokrat Parti döneminde yaşadığı ilginç hadiselerden birisi de dergisinde yayımladığı bir yazısından dolayı idamla yargılanmasıydı.
Kışkırtmalar, sonucunda Ankara Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kendisine dava açılmıştı. Savcı, TCK'nin 161. Maddesine göre dava açmıştı. Bu maddenin metni, o günkü şekliyle cezanın idam olmasını gerektiriyordu.
İlk yargılamada Serdengeçti mahkeme başkanına şöyle konuşuyordu:
‘…Böyle bir yazıyı yazmaktan dolayı, müdafaadan utanıyorum!”
İkinci mahkeme günü daha gelmeden Serdengeçti’nin avukatı aylarca çalışıp, bin bir emekle ve büyük itinayla bir savunma hazırladı.
O savunmayı savcı kabul edip daha günü gelmeden mahkeme başkanına sundu. Savcı kısaca soruşturmayı kapatma gereği duymuştu. Zaten mahkeme heyeti de Serdengeçti gibi ‘deli-dolu’ bir insanla uğraşmaya pek istekli değildi. Serdengeçti beraat edilecekti.
Avukat büyük bir mutlulukla Serdengeçti’nin sevineceğini düşünerek bu müjdeyi hemen kendisine vermek istedi. Yaptığı başarılı işin etkisiyle başı göklerdeydi avukatın.
Soluğu Serdengeçti’nin yanında alan avukat ondan iltifat beklerken duyduğu sözler karşısında adeta birdenbire donup kaldı:
‘Yaptığınız işi beğendiniz mi Arif Bey!..’
Sevinç ya da biraz da takdir beklerken böyle bir tepki ile karşılaşınca şaşırmıştı doğal olarak… Kulaklarında Serdengeçti’nin şu sözlerini hayatı boyunca unutmayacaktı:
‘Ben canımın derdinde değilim. Ne ceza verirlerse versinler. Ben öyle muhteşem bir konuşma hazırlamıştım ki Mahkeme Heyeti’nin ve bütün İslam düşmanlarının suratlarına indirecektim. Siz tuttunuz, o başarılı savunmanızla benim muhteşem konuşmamın yolunu kestiniz!
İdam etmişler, etmemişler ne önemi var! Şimdi tutup, beraat ettim diye sevineyim mi?”
27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra Osman Yüksel Serdengeçti, 1961’de mebus olmak için adaylığını koymuştu. Ardından yine kelepçelenip Konya hapishanesinde bir müddet tutulmuştu. Dr. Sadullah Nutku ve diğer Nur Talebeleriyle tanışma imkanı bulmuştu bu vesileyle… Bu aslında kendisini bir ara siyasete, makam mansıba iyice kaptıran Serdengeçti için bir lütuftu…
Konya Valisi Cemil Keleşoğlu, Dr. Sadullah Nutku ve diğer Nur Talebelerini cadı avıyla yakalatmış, onlarla çok uğraşmıştı.
“Köklerini kazıyacağız bunların!” diyerek masum insanlara çok ağır zulümler yapmıştı. Serdengeçti işte böyle bir dönemde onlarla birlikte aynı hapishaneyi paylaşmıştı.
Hapisten çıktıktan sonra sır gibi içinde tuttuğu duygularını “Yeni İstanbul” gazetesinde kağıda şöyle dökecekti Serdengeçti:
“Konya hapishanesinde Risale-i Nur Talebelerinden bir Dr. Sadullah Nutku vardı ki, Allah’ım ne adamdı o! Nasıl imandı ondaki. Adam hapishanede idi, fakat gül-gülistan içinde idi. Gülen gözlerle bakardı insana. Her şeyi unutuyordum onun yanında. Adam âdeta teneffüs edilen bir şey gibiydi. Yanımdan bir ruh gibi uçuverip gideceğinden korkardım. Yanımdaki arkadaşa, ‘Şu pencereleri kapat. Sonra doktor uçar gider bu demirlerin aralarından…’ demiştim. Fakat onun uçmaya gitmeye niyeti yoktu. Bu kadar yüksek olduğu halde bizim gibi sürünenlerle beraberdi, bizi bırakmıyordu; kurtaracaktı o…
1961’de Konya’da seçimlere girmiştim ve propagandanın ikinci günü, sebepsiz tereddütsüz tevkif olunmuştum. İşte doktorla o zaman, orada karşılaştım. Beni gıyaben tanıyordu. İlk karşılaşmamızda, ilk hitabı şu oldu: ‘Gazanız mübarek ola!’ Cevap vermedim; çok öfkeli ve hınçlı idim. O, mütemadiyen bana bakıyor, bana yakın olmak istiyordu.
‘Cenab-ı Hak, lütfetti de sizi buraya gönderdi. Sizi esirgedi, acıdı…’ gibi lâflar ediyordu. ‘Şu adama bak!’ dedim içimden… ‘Meczubun biri… Bunun neresi lütuf!.. Meb’us olacakken, mahpus oldum!..’ Öyle öfkeliydim ki; bir hamlede mahkemeleri, hapishane duvarlarını yıkmak istiyordum.
Doktordan yüz çevirdim. Fakat nereye çevrilsem, o da o tarafa çevriliyordu. Her yönde onu görüyordum. Aynı sözler… ‘Cenab-ı Hak, lütfetti. Nedir o dışarıda onlar?.. Nutuklar, kendini övmeler, öbür tarafa sövmeler… Bir felâket… Cîfe!..’ Bir an, gözlerim gözlerine geldi. ‘Öyle değil mi?’ dedi. ‘Öyle’ diyerek, bu suali sessizce tasdik ettim. Hakikaten içime öyle bir huzur yayıldı… Meydanlar, nutuklar, alabildiğine karşı tarafa sövmeler, kendini ve partisini övmeler. Kazanmak için türlü dolaplar, dalavereler… Ya Rabbi, beni bunlardan kurtardığın için sana binlerce şükürler olsun…
Doktor, yaşlı gözlerle hapishanenin penceresinden göklere, göklerdeki bulutlara bakar, Kur’an-ı Kerim’den gökler ve bulutlarla ilgili o temâşâ-i şâirane âyetleri okurdu. Hapishanenin bahçesindeki ağaca bakar, Said Nursî’nin tohum ve ağaç teşbihlerini, nispetlerini dile getirirdi.
Arasıra benim yine öfke nöbetlerim tutar. ‘Namussuzlar!’ diye nutka başlardım. Dr. Sadullah Nutku’ya bakınca, nutkum tutulurdu. Onda söz yoktu, öz vardı… Susmak, susmak… Tezekkür, tefekkür, temâşâ…
Doktor, derdim, ‘Sen dünyayı üçten dokuza boşamışsın, kurtulmuşsun. Ben hâlâ dünya ile evliyim.’
Tatlı tatlı gülümserdi. Bana, ‘Sen büyük mücahitsin, biz, ben derdi, ufak bir…’ Dur, dur…
O, beni büyüttükçe, küçülür giderdim. Kendisini küçülttükçe gözümde ve gönlümde o, daha fazla büyürdü…
O sıralarda ihtilâlin başı, Cemal Gürsel, ‘Türkiye’de huzur yok!’ demişti. Kendisine bir telgraf çekecektim. Yazdım da sonradan vazgeçtik: ‘Türkiye’de huzur, Konya hapishanesinin falan koğuşunda, Dr. Sadullah’ın yanında, huzura kavuşmak istiyorsanız, buraya buyurun.’ (İmza, Serdengeçti.)
“İşte Nurcu diye, hapishane hapishane dolaştırdığımız, karakol karakol dayak attığımız suçlulardan biri. Biz, bunları affetmiyoruz da… Diyeceksiniz ki, hepsi bu kıratta adamlar mı? Değil tabiî… Ama hepsi de bu ihlâsta, bu yolda, bu gönülde insanlar. Bu insanları suçlu diye affetmek bile bir saygısızlık. Ancak onlardan af ve özür dilememiz lâzım.”