Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) “Allah’a ibadet edilecek günler içinde Zilhicce’nin ilk on gününden daha sevimli günler yoktur.” dediği o günleri idrak etmiş bulunuyoruz. Kur’an-ı Kerim’de Fecr Sûresi’nin başında, “On geceye yemin olsun ki...” dediği Rahmet geceleri… Rabbim hakkımızda hayırlara vesile kılsın, bu günler hürmetine mağdur kardeşlerimizi “İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” müjdesine nail eylesin.
Zilhicce ayı, kamerî ayların on ikincisi ve haram ayların (Zilkâde, Zilhicce, Muharrem, Receb) ikincisidir. İçerisinde Kurban Bayramı’nı, Arefe gününü, terviye ve teşrik günlerini barındırdığından dolayı Zilhicce ayı mübarek aylar içerisinde sayılmaktadır.
Zilhicce orucunun son günü ise Kurban Bayramı Arefesi’ne denk geldiği için ayrı bir öneme sahiptir. Çünkü bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem):
"Arefe günü tutulan oruç, bundan önce ve sonraki bir yılın günahlarını örter." (Müslim, Sıyâm 196, 197) buyuruyor.
Yine Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuşlardır: “Allah, hiçbir günde, Arefe günündeki kadar kullarını ateşten azad etmez. Allah (mahlûkata rahmetiyle) yaklaşır ve onlarla meleklere karşı iftihar eder ve “Bunlar ne istiyorlar?” der.” (Müslim, Hacc 436)
Peki neden bu kadar önemli Zilhicce’nin ilk on günü?
Yüce Allah, Müminlerin, Recep, Şaban ve özellikle de Ramazan günlerini nasıl iyi değerlendirip Kadir Gecesi’ne ulaşmalarını istiyorsa aynen onun gibi Kurban Bayramı’na da Zilhicce’nin ilk on gününü maneviyatla geçirip bu mübarek bayram sabahına ulaşmalarını murad ediyor.
Zira, Bediüzzaman’ın Kurban olarak kesilen hayvanlara işarî bir müjdesi var:
“Rahmân’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda mücâhede işinde vefat eden bir nefere şehâdet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, ahirette cismânî bir vücud-u baki vererek Sırat üstünde sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor.”
Madem, kurban olarak kesilen o koyuna, o davara ahirette cismani bir vücud-u baki verilerek Sırat üstünde sahibine burak olma mertebesi verilecek o halde o bineğe binecek olan sahibi de ona binecek keyfiyette olmalı. Bu on günü içte ve dışta çok iyi hazırlık yaparak bu maneviyatı yakalamaya çalışmalı. Onun için yapılan teşvikler çok güçlü ve önemli. Yoksa Kurban, bayram sabahı uyanıp kan akıtıp sadece et dağıtmak demek değildir. Nitekim:
“Fakat onların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır. Lâkin O’na ulaşan tek şey, kalplerinizde beslediğiniz takvadır, Allah saygısıdır.” (Hacc Suresi, 37) âyet-i kerimesinde bu hususa işaret edilmektedir. Evet, eğer insan Allah’la irtibat, Allah’la münasebete geçme veya Allah’ın muamelesine bir vesile olması gibi mülâhazalara gönlünü bağlayarak bu ibadeti ifa ederse, öbür tarafta çok farklı zenginlik ve sürprizlerle karşı karşıya kalacaktır.
Onun için de bu on günü ibadetle, zikirle, salavatla, tefekkürle, duayla, teheccüdle ve oruçla çok iyi değerlendirip ‘bundan önce ve sonraki bir yılın günahlarını örter’ müjdenin zirvesini yakalamalı ve:
“Allah’ım, Sen benden hayvan boğazlamamı istedin, ben de bu emri yerine getiriyorum. Eğer kendimi boğazlamamı emretseydin ben seve seve bu emri de tatbik ederdim. Eğer dinimi, namusumu, nefsimi, malımı veya ülkemi müdafaa adına bir cephe teşkil etmek icap ediyorsa ben ona da amade ve teşneyim.” diyerek Rıza ufkunda niyetini samimi olarak ortaya koymalı.
Burada yapılan bütün bu ameller, bir yönüyle basit ve küçük görülebilir. Fakat öte tarafta bunlar geriye döndüğünde hayret ve şaşkınlık içerisinde, “Allah’ım, Sen ne ganiymişsin. Bu küçük şeyleri aldın, nemalandırdın, büyüttün, genişlettin, farklılaştırdın, ebedileştirdin ve şimdi de bize sunuyorsun.” diyeceğiz. Bu açıdan insan burada kurban ibadetini bir iç zenginliği ve kalp itminanıyla yerine getirmek için öncesinde çok iyi hazırlık yapmalı… Zilhicce’nin ilk on günü bunun için var.
Mâide Suresinin 27-29. ayetleri, Hazreti Adem’in (as) iki çocuğunun kıssasını anlatır:
‘Cenabı Allah buyurur ki, “Onlara dem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onların her ikisi birer kurban takdim etmişlerdi de birininki kabul edilmiş, öbürününki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, kardeşine: “Seni öldüreceğim” dedi. O da: “Allah, ancak müttakilerden kabul buyurur, dedi. Yemin ederim ki, sen beni öldürmek için el kaldırırsan da, ben seni öldürmek için sana el kaldırmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbi Allah’tan korkarım. (Öyle bir şey yaparsan) dilerim ki sen, kendi günahınla beraber benim günahımı da yüklenesin de cehennemliklerden olasın. Zalimlerin cezası işte budur!”
Habil ve Kabil olduğu belirtilen iki kardeş arasında bir meseleden dolayı anlaşmazlık çıkar ve neticede Kabil, kardeşi Habil’i kıskançlıkla, haksız yere öldürür. Kur’an, bu iki kardeş arasında meydana gelen olayın detaylarını zikretmez; çünkü meydana gelen hadise, zaman ve mekânla sınırlı değildir. Burada önemli olan da isimler değil, şahsiyetler ve temsil ettikleri zihniyetlerdir.
Kâbil ziraatçı, Hâbil ise çobandı. Her ikisi de kurban emrine muhatap olunca, Kâbil, koyun kesmeye yanaşmamış, ürünün iyi kısmından kurban etmeye de kıyamamış ve kıymetsiz başaklardan oluşan bir demeti kurban olarak arz etmişti. Halbuki, bu nimetleri bütünü ona veren Allah’tı ve Allah’ın onun vereceği herhangi bir şeye de ihtiyacı yoktu. Amaç onun niyetini ölçmekti.
Hâbil ise, beğendiği bir koyunu kurban etmişti. Çünkü, değil mi ki Rabbi ondan bir kurban istemişti, en iyisini, beğendiğini getirip vermişti. Hâbil’in kurbanı kabul görmüş, Kabil’inki ise adeta yüzüne çarpılmıştı. İşte, daha o dönemde, insanoğlu Allah’ın koyduğu ibadet kurallarına kendi mantığını ve tasarruflarını karıştırmaya başlamış, kurbanı kendi manasından çıkarıp onu bir uzaklık sebebi haline getirmişti.
Aslında bütün ibadet ü taatlerde Allah’a kurbeti hedefleme:
“Allah’ım, ben bu ibadetimi Senin için yaptım.” deme ve bunu içten içe duyma esas olmalıdır. İnsan, hayatını âdeta bu düşünceye kilitli olarak götürmelidir. Bu açıdan kurban ibadetini eda ederken de kasdü’l-kalb olarak tarif ettiğimiz niyeti çok sağlam tutmak gerekir. İnsan canın yongası olan malını verirken aynı zamanda verebileceği şeyleri de hatırlamalı ve emre amade olduğunu göstermelidir.
Nitekim Hazreti İbrahim ve İsmail’in durumu anlatılırken:
“İkisi de Hakk’a inkıyat edip teslim olunca O, kurban etmek üzere oğlunu yere serdi.” (Saffat Suresi,103) buyrularak, onların ubûdiyetteki sırrı ve emre itaatteki inceliği kavradıklarına ve ona göre bir tavır aldıklarına işaret edilmiştir.
O yüzden, Kurban, “yaklaşmak” manasına gelmekte ve Allah yolunda malın, canın, her şeyin feda edilebileceğini, Allah’a teslimiyeti ve O’na karşı şükür hisleriyle dolu olmayı ifade etmektedir. Bu duygunun da sadece bir Kurban sabahı yakalanması çok zordur. Öncesinde büyük bir manevi hazırlık gerektirmektedir. Ve eğer bir insan kurban ibadetini baştan böyle sağlam bir niyete bağlarsa, hazırlık içerisine girerse onun kurbanla ilgili bütün fiilleri ibadet hükmüne geçecektir.
Onun için Üstad Bediüzzaman, Arefe günündeki güzel bir adeti şöyle hatırlatarak:
‘Aziz, mübarek kardeşlerim, Pek çok selâm… Bizim memlekette eskiden Arefe gününde bin İhlâs-ı Şerif okurduk. Ben, şimdi bir gün evvel beş yüz ve Arefede dahi beş yüz okuyabilirim. Kendine güvenen, birden okuyabilir. Ben, gerçi sizleri göremiyorum ve hususî her birinizle görüşmüyorum, fakat ben, ekser vakitler, dua içinde her birinizle bazen ismiyle sohbet ederim. (Şualar) der ve bu manevi hazırlığın neticesini Arafat’taki tekbirlere bağlayarak:
“Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber’lerle nev-i beşerin beşten birisine, üç yüz milyon insanlara birden Allahu Ekber dedirtmesi; koca küre-i arz, büyüklüğü nisbetinde o Allahu Ekber kelime-i kudsiyesini semavattaki seyyarat arkadaşlarına işittiriyor gibi, yirmi binden ziyade hacıların Arafat’ta ve iydde (bayramda) beraber birden Allahu Ekber demeleri, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bin üç yüz sene evvel âl (nesli) ve sahabeleriyle söylediği ve emrettiği Allahu Ekber kelâmının bir nevi aks-i sadâsı olarak, rububiyet-i İlâhiyenin Rabbü’l-Arz ve Rabbü’l-âlemîn azamet-i ünvanıyla küllî tecellisine karşı geniş ve küllî bir ubûdiyetle bir mukabeledir diye tahayyül ve his ve kanaat ettim.”
“Evet, eğer namazların arkasında, hususan bayram namazlarında, bir anda Allahu ekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi, âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihad edip içtima etse, küre-i arz tamamıyla büyük bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir sadâ ile söylediği Allahu Ekber’e müsavi geldiğinden, o muvahhidînin ittihadıyla bir anda Allahu Ekber demeleri, küre-i arzın büyük bir Allahu Ekber’i hükmüne geçiyor.
Adeta bayram namazlarında âlem-i İslâmın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübrâya mazhar olup, aktâr ve etrafıyla Allahu Ekber deyip, kıblesi olan Kâbe-i Mükerreme’nin samimî kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle Allahu Ekber diyerek, o tek kelime, etraf-ı arzdaki umum mü’minlerin mağara-misal ağızlarındaki havada temessül ediyor.” der.
Evet, Zilhicce’nin bu on gününde başlayan ve Arafe günü İhlâs Sûresi’nin zikri ile devam eden bu hazırlık, teşrik tekbirleri ile küllileşir, duyguları yüceltir, tefekkürü enginleştirir. Mahlûkatın halifesi ünvanıyla insan; Rabbin dergâhında, masivadaki zikirleri takdim ederken diğer yandan sosyal hayattaki birliktelik ve uhuvvete destek verir. Bütün bunların yapılmasını sembolize eden kurbanı da telef olmayıp, burada dağıtılınca bitmeyip sıratta ona burak hizmeti mertebesiyle mükâfatlandırılır.
İşte kurban mevsiminde, Müslümanlar, kurbanla hiss-i semahatlerini ortaya koyacak, gönülleri fethedecek ve kestikleri kurbanların etlerinden tatmayanlara tattıracaklardır. Bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, Cenâb-ı Hak da kesilen kurbanları sahipleri için öbür tarafta en çok ihtiyaç duyacakları yerde bir binek yapacaktır. Bu durum karşısında insan orada bir taraftan takdir duyguları, diğer taraftan da taaccüp hisleriyle “Acaba şu kurbanlardan hangisine binsem?” diyecektir.
Ama, o mübarek kurbanın hem kendimiz hem de bugün enkaz altında kalan arkadaki kardeşlerimizin kurtuluşuna vesile olması için gecemizi gündüzümüzü Rabbe açılan rampalar olarak düşünmeli ve Dergah-ı İlahiye’nin kapısının tokmağına sımsıkı sarılmalıyız. Rabbimizden kesilecek Kurbanlar hürmetine, Arafatta kalkan eller hürmetine ferec ve mahreç dilemeliyiz.
“Ağacın altında seninle biat ettikleri zaman…” (Fetih, 18)
Fetih Suresinde geçen Rıdvan Biat’ı da Zilhicce’nin bu on günleri içinde olmuştu.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) Hudeybiye’de:
"Allahü Teâla, bana biât yapılmasını emretti!" diye seslendi.
Müslümanları Allah yolunda yapacakları savaşta, canlarını fedâ etmekten çekinmeyeceklerine dâir, kendisine bîat etmeğe çağırdı.
İlk biat eden Ebû Sinan el-Esedî oldu. "Rasûlullah (s.a.s.)'in gönlündeki muradı ne ise, onun gerçekleşmesi üzerine biat ediyorum." dedi.
Hudeybiye'de bodur bir ağacın altında bütün Müslümanlar sırayla Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) ellerini tutarak bîat ettiler. Allah yolunda ölünceye kadar savaşmaya, düşmandan kaçmamaya söz verdiler. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem), Hz. Osman adına da bir elini diğeriyle tuttu, onu da böylece bîata kattı. Yalnızca Cedd b. Kays adlı münâfık, devesinin arkasında gizlendi, bîata katılmadı.
Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerîm'de, Hudeybiye'de Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi vesellem) bîat eden mü'minlerden hoşnud olduğunu bildirmiştir. İslâm Târihinde bu bîata "Rıdvân Bîatı" adı verilmiştir.
Müslümanların kararlılığını ve Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi vesellem) bağlılıklarını gösteren bu bîatın Mekkeliler üzerindeki etkisi büyük oldu.
Derhal Hz. Osman'ı serbest bıraktılar ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'le barış yapmak üzere Amr oğlu Süheyl başkanlığında bir hey'et gönderdiler.
Bu bîat, sahabîlere yeni bir cesaret, taze bir heyecan verdi. Yerlerinde âdeta duramaz bir hâle gelmişlerdi. Bir an evvel ya Kâbe'yi tavaf etmek veya müşriklerle çarpışmak istiyorlardı.
Cenâb-ı Hak, bu biâtta bulunan Müslümanlardan razı ve memnun olduğunu Kur'ân-ı Kerim'de şöyle beyân eder:
"And olsun ki, o ağacın altında sana bîat eden mü'minlerden Allah râzı oldu. Kalplerinde olanı bildiği için Allah onların üzerine sükûnet ve emniyet indirdi ve onları yakın bir fetihle mükâfatlandırdı. Elde edecekleri pek çok ganimetleri de onlara nasip etti. Çünkü Allah'ın kudreti her şeye galiptir ve hikmeti her şeyi kuşatır." (Fetih Sûresi, 18-19)
Şimdi biz de sahabenin o gün içinde olduğu o ağır şartlar içerisindeyiz ve Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) eli elimizin üzerinde. Gelin bu hizmetlere sahip çıkacağımıza dair O’na söz verelim.
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem), Hz. Osman adına bir elini diğeriyle tutarak onu da bîata kattığı gibi biz de hapishanede, zindanda, hücrede kalmış arkadaşlarımızın elini, elimizle birlikte manen Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) elinin altında tutalım ve ilk biat eden Ebû Sinan el-Esedî gibi:
‘Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) gönlündeki muradı ne ise, onun gerçekleşmesi üzerine biat ediyorum ve Nam-ı Celil-i Muhammedî'yi dünyanın her yerine ulaştırmak için bütün gayretimi sarf edeceğime söz veriyorum.’ diyelim.
Zilhicce günleriniz mübarek olsun, Rabbim bu Kurban’ı hizmetlerimiz için hayır ve bereketlere vesile kılsın.