Halifelik, Allah adına ve O’nun belirlediği sınırlar çerçevesinde, insanın yeryüzünde icraatta bulunma, eşyaya müdahale etme, çevresini şekillendirme vazifesidir. İnsan bu vazifeyi yerine getirirken Allah’ın kendisine ihsan ettiği nimetleri kullanır.
İnsan, aldığı eğitim, elde ettiği güç, kabiliyet ve daha başka nimetlerin hakkını vermediği takdirde, halifelik vazifesini yapmamış olur. İnsan, elde ettiği şeyleri kendisinden bilip şeytanî bir tavır sergilerse, yeryüzünde bozgunculuğa, fitneye, fesada sebep olur.
Bundan sonra artık zulümler, işkenceler, sömürmeler, soykırımlar, kan dökmeler, savaşlar başlar. Bu tür davranışlarla insanoğlu, meleklerden daha üstün bir varlık haline gelip ala-yı illiyyine çıkabilecekken, hayvanlardan daha alçak bir seviyeye, esfele-i safiline düşer.
İnsan, Allah’ın kendisine vermiş olduğu akıl, vicdan, kalp mekanizmalarını gerektiği şekilde işlettiğinde gökler ötesi âlemlere seyahat edebilir. Nesimi’nin ifadesiyle “Hakk’tan merhaba alma, melekten merhaba görme” payesine ulaşabilir. Buna rağmen nefis ve şeytanın oyununa gelerek, Allah’a isyan etmek hiç de akıllıca bir şey değildir. Allah’ın halifelik makamını layık gördüğü insan, o makama yakışmayan tavırlar içerisine girdiğinde, elbette hesabını verecektir.
Allah, kâinatı insana göre düzenlemiştir, çünkü insan, Allah nazarında mükerrem bir varlıktır. Bu itibarla da yapılacak her çalışma, icraat, faaliyet hep insan için olmalı ve her toplumda, insanın mutluluğu hedef alınmalıdır. Bunun dışında kurulacak sistemlerin, insana faydası olmayacağından kıymeti de olmayacaktır.
Kur’an’da bu durum, “Gerçekte Biz, Âdem evlâtlarını şerefli ve pek çok ikramlara mazhar kıldık; onlara karada ve denizde kendilerini taşıyacak vasıtalar lütfettik, imkânlar verdik; ayrıca onları temiz, hoş ve sağlıklı yiyeceklerle rızıklandırdık ve kendilerine yarattıklarımızın pek çoğunun üstünde çok büyük bir mevki bahşettik.” (İsrâ, 70) şeklinde izah edilmiştir. Şeyh Gâlib ise “Hoşça bak zatına kim, zübde-i âlemsin sen / Merdûm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.” demek suretiyle bu gerçeği başka bir şekilde dile getirmiştir.
Bediüzzaman Hazretleri, “Allah, tabir yerinde ise, bütün isimlerinin önüne vehmî bir hat çekmiş ve insanı yaratmıştır.” der. Yani, insanda, Allah’ın kâinatta tecelli eden bütün isimleri şu veya bu derecede tecelli halindedir.
Allah ü Teâla’nın Vücud, Beka, Kıdem, Vahdaniyet, Muhalefetün li’l-havadis ve Kıyam bi-nefsihî gibi Zâtî sıfatları ile birlikte Hayat, İlim, Kudret, İrade, Semi, Basar, Kelâm, Tekvin gibi sübûtî sıfatları vardır. Bütün bunlar, Yaratan, Bilen, Gücü yeten, Dileyen, Gören, İşiten, Konuşan... gibi ve daha pek çok isimlerin kaynağıdır.
Allah, yeryüzüne halife tayin ettiği insandan daha güzel bir varlık yaratmamıştır. Canlı, irade sergileyen, konuşan, duyan, gören, düşünen insan, bunlara benzer özellikleri sayesinde, dünya üzerinde kendisinden çok daha büyük ve güçlü varlıklar üzerinde hâkimiyet kurabilmekte, onları istediği gibi yönlendirebilmektedir. İşte bu durum, Allah’a ait sıfatların bir kısmının insandaki yansımalarıdır.
İnsanın yeryüzündeki diğer varlıklar üzerindeki etkisi ve onlardan daha değerli olması sadece fiziki yapısından kaynaklanmaz. Esas üstünlük “Rabbanî bir emir” olan ve “Allah tarafından bedenine üflenmiş” olan ruhtan kaynaklanmaktadır. Ruh, maddi ve manevi hayatın kaynağıdır ve doğrudan Allah’tandır.
İnsan bu yönüyle, seçilmiş, seçkin, eşsiz, şerefli ve değerli bir varlıktır. Bu yüzden de diğer canlılardan üstündür, başka şeyleri tanır, bilir ve bunun neticesinde onları kontrol altına alabilir. Kontrol altına alma ve hâkimiyet sağlama ise ancak bilgi ve güç ile olduğundan, insan sürekli bunların peşinde koşar.
Canlı kategorisindeki bitki ve hayvanlardan farklı olarak insan, akıl, vicdan, şuur, duygu, irade, muhakeme, özgür olma, ilim elde etme, sınırsız öğrenme kapasitesi gibi melekelere sahiptir. Meleklere göre de, nefis denen benliğindeki hayvanî yanıyla mücadele etmek suretiyle, Allah nazarında daha üst derecelere ulaşma kabiliyetiyle donatılmıştır.
Ebedi bir hayat için yaratılmış olan insanı, dünya hayatı tatmin etmez, çünkü o bu dünyaya ait olmadığı gibi, bu zamanla da sınırlı değildir. Bu yüzden, sonsuzluğu elde etmek ister. Allah’ın istediği manada bir kul olmayı beceremeyen insanlarda bu durum, dünyada ebedi isteği şeklinde tezahür eder. Bu tip insanlar, zamanın akıp gitmesini istemez, çünkü bu yaşlılığı beraberinde getirir.
(Allah’ın ona da olan emrine rağmen) İblis secde etmedi. Büyüklendi, secde etmeyi kibrine yediremedi ve (yapısındaki potansiyel küfür sıfatı öne çıkıp bütün benliğini kapladı da) kâfirlerden oldu. (Allah,) “Ey İblis, Bizzat iki Elimle yarattığım varlığa secde etmekten seni alıkoyan nedir? (Emrime rağmen bir başka yaratılmış varlığın önünde eğilmeyecek kadar) kibirli misin, yoksa (Bana ait de olsa, bir başkasının önünde eğilme emrine muhatap olamayacak derecede) kendilerini üstün ve şerefli görenlerden misin? diye sorunca (İblis,) “Ben ondan daha hayırlıyım. Beni bir tür ateşten yarattın, onu ise bir tür çamurdan.” dedi. (Sad, 74-76)
Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü üzere, İblis’e göre hayırlı ve üstün olmanın ölçüsü, maddi değerlerdir. Bu, yanlış bir bakış açısıdır ve aynı zamanda materyalizmin de temel noktasıdır. İnsanı sadece maddî yapısıyla ele alan İblis, ondaki manevi yönü hiçe saymış veya görmezden gelmiştir.
Ayrıca, İblis, Allah’ın emrini kendi bakış açısına göre değerlendirmiş ve net bir emir olmasına rağmen muhalefette bulunmuştur. Başka bir ifadeyle, Allah’ın emirlerini kendi anlayış, heves ve menfaatine uygun olduğunda, yerine getireceğini ortaya koymuştur. Bu davranış, İblis’in kıskanç ve kibirli yanını ortaya çıkarmıştır.
Ne yazık ki insanların çoğu, yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğundan habersiz olarak yaşıyor... Bütün yaratılanlar arasında, Allah’ın gözdesi olduğunun farkında değil… Cennette yaşamak üzere yaratılmışken, bunun gereğini yapmayıp Cehenneme doğru yürüyor… Mehmet Akif ne güzel tarif etmiş bu durumu:
Haberdar olmamışsın kendi zatından da hala sen,
“Muhakkar bir vücudum!” dersin ey insan, fakat bilsen.
Senin mahiyetin hatta meleklerden de ulvidir:
Avalim sende pinhandır, cihanlar sende matvidir.
Evet, insan, yaratılanlar arasında, Allah’ın en parlak aynasıdır. Bu, sahip olduğu kabiliyetlerden değil, asıl olarak Allah’ın “ruhundan üflemesi” ile elde ettiği bir imkândır. Allah ü Teâla, insan gibi bir varlık olmadığından, burada kastedilen bizzat “Allah’ın ruhu” değil, insana verilen ilahi bir tecellidir.
“Ruhundan üflemek” ifadesini iyi anlamak gerek. Nasıl ki Kâbe için “Allah’ın evi” diyorsak ve orası gerçek manada Allah’ın evi değilse, insana üflenen de, gerçek manada Allah’a ait bir ruh değildir. Kastedilen şey, bedeniyle dünyaya ait olan insanın, ilahi âlemle ilişki kurabilmesi için o âlemden Allah’ın gönderdiği tabiatüstü bir varlıktır. Allah ü Teâla “Ruhumdan” diyerek, insan ruhunu kendi zatına izafe etmiştir. Bu da göstermektedir ki insanın gerçek varlığı bedeni değil ruhudur.
HALİT EMRE YAMAN
@halitemreyaman2