Allah insanı, bir şeyleri istemeye meyilli yaratmıştır. Bu istemelerin karşılığı olarak da bazen verme bazen de vermeme gibi durumlar söz konusu olur. Aslında bu istemeler bir sebepten kaynaklanır, o da başka bir sebepten, o da daha başka bir sebepten…
İrade, büyük bir yangına sebep olabilecek, küçük ve aynı zamanda basit bir kıvılcım gibidir. İnsanın, Allah’ın istediği vasıflara sahip kul olabilmesi için iradesini kullanması gerekir. Nefis ve Şeytanın tuzaklarına karşı koyabilmek için iradeli olmak şarttır.
İnsanın, iradesini ortaya koyarak yaptığı davranış aslında mükemmele olan özlemidir. Bu aynı zamanda insanın kendini tanıma egzersizidir. İnsan kendisini, eşyayı ve toplumu ancak yaptığı hareketlerle tanır. Bu davranışı sonrasında aldığı sonuçlar, ona hayatta kalmayı öğretir.
Kendi başına bütün ihtiyaçlarını gideremeyen insan, başka birileri ile dayanışma halinde olmak zorundadır. Başlangıçta kendi ihtiyaçlarını karşılamak için dayanışma içine giren insan, daha sonra başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak, yeni güçler ve dayanaklar elde etmek için dayanışma olanakları meydana getirmeye çalışır. Bu durum, aslında insanın başlangıçta esir, daha sonra da yaptığı hareketlerle özgürlüğünü kazandığını ifade eden bir yaklaşımdır.
Her türlü dayanışma, menfaat dışı olduğunda değerlidir, yoksa bünyesindeki kolaya meyilli olma duygusundan dolayı insanın asalak yaşamasına sebep olabilir. Bu tutum dilimizde “kapağı bir yere atmak” şeklinde ifade edilegelmiştir.
Dayanışmanın sonrasında, devreye giren kavramlardan biri de adalettir. Adalet, kuralların herkes için aynı ve uygulanabilir olması ile sağlanabilir. Toplumsal hayatta herkesin güvenli bir şekilde yaşaması adaletin uygulanması ile mümkündür. Burada kanunun ve uygulayıcısı olan devletin işlevi adaleti eşit bir şekilde dağıtmaktır. Hâlihazırda, Müslümanların yaşadığı ülkelerde devleti yönetenler, adaleti eşit şekilde dağıtmadıkları gibi, adaletsizliklerin yaşanmasına zemin hazırlamaktadırlar.
Antik Yunan felsefecilerinin çoğu “Kötülük bilgisizlikten kaynaklanır, insan bilerek kötülük yapmaz” fikrini savunmuşlardır. Buna göre, insanın ahlaklı olması için eğitim alması ve bilgi sahibi olması gerekir. Bu eğitimi almak için de daha önceden elde edilmiş tecrübeler ışığında harekete geçmek gerekir. Eğitilmiş insan her konuyu, kendisinin ve toplumun değerleri ile karşılaştırır, bunlara uygun olup olmadığını tespit eder, gerekli analiz ve sentezleri yapar ve ona göre harekete geçer.
Hareket ve düşünce iç içe geçmiş kavramlardır. Bazen bir düşünce insanı harekete geçirirken bazen de yapılan hareketlerin sonucunda ortaya düşünceler çıkar. Öyle veya böyle ortaya çıkan sonuç insanların yararına ise taraftar bulur ve zamanla ulusal, sonra da evrensel boyut kazanabilir.
İnsan, harekete geçer veya geçmez, ama en doğruyu bulmak, daha fazlasını istemek için harekete geçmek gerekir. Uysallığı ve kuru itaati kabul etmeyerek harekete geçmek aslında bir isyandır. Bu aynı zamanda insanın kendisini keşfetmesi ve yeni bir hayat isteğinin göstergesidir. Bu haliyle de insan her zaman bir şeylere karşı isyan halindedir.
İsyan; bir sisteme veya bir emre boyun eğmeme, itaat etmeme, başkaldırma ve ayaklanma demektir. Nihilist anlayışa göre isyan, başta devlet olmak üzere, bütün otoritelere başkaldırmak, kurulu düzeni yok saymak, her türlü kaideyi ve ahlaki değerleri yok etmek demektir.
İslamî düşünce yapısında böyle bir hareket tarzı yoktur. Bununla birlikte birçok Müslüman düşünür, eserlerinde bunu iradenin davası, varoluş, isyan ahlakı, diriliş gibi kavramlarla ifade etmişlerdir. Bu düşünürlerin çoğu, ifrat ve tefrit olarak değerlendirmeye tabi tutulacak olan uysallık ve anarşiyi tasvip etmez ve her zaman, her konuda “sırat-ı müstakim” denen “orta yolu” tavsiye eder.
İnsan öğrendikleri ile hayat tarzı üzerinde bir irade sergiler. Daha sonra aile, toplum ve devlet gibi iradeleri kabullenmek suretiyle hayatını devam ettirir. Herhangi bir iradenin kabul edilmediği ortamda, karışıklık, dağınıklık ve kargaşa olur. Böyle bir ortamda insan, sağlıklı düşünüp, doğru kararlar veremediği için kendisine bir dayanak noktası arar. Eğer inanç, duygu ve karakteriyle kendisine ait bir düşünce dünyası yoksa taklit ve şablonculuk girdabına düşer.
Aslında toplumu bir arada tutan ve medeniyeti oluşturan faktörlerden birisi de taklittir. Düşünce, inanç, medeniyet gibi kavramlar başlangıçta ancak bu yolla yayılır ve evrensel hale gelebilir. Yani marifete ulaşmak için taklit insana bir yere kadar kılavuzluk yapabilir. İnsanın hedefine ulaşabilmesi için, bir süre sonra taklidi terk edip, kendisine dayatılan şeylere karşı çıkması, isyan etmesi gerekir.
Ne yazık ki, günümüz Müslümanları körü körüne taklit, haksızlıklar karşısında sessiz kalma, menfaat için zulümlere göz yumma gibi hastalıklara müpteladır. Bunun tam tersini yapıp, masum insanlara zarar veren, radikal düşünceli olanlar da vardır. Müslümanlar taklitten kurtulamadığı ve iradesinin hakkını veremediği sürece ifrat ve tefritle iç içe yaşamaya devam edeceklerdir.
Gerek düşünce dünyasında, gerekse de pratik hayatta, insanın karşı çıkacağı, itiraz edeceği şeyler her zaman olur. Usul ve üsluba dikkat etmeden yapılacak her müdahale, karşı tarafın da istenmeyen bir davranışta bulunmasına sebep olabilir. İsyan eder gibi yapılan müdahaleler, muhatabı da benzer tepkiler vermeye zorlar. Hal böyle olunca da olan hakikatlere olur ve bundan her iki taraf da zarar görür.
Bazı insanların, düşünen, fikir üreten biri gibi görünmek için, her söylenene karşı muhalif bir tavır sergiledikleri de olur. Bu tiplerin farkında olmadan daha önce savundukları fikirleri inkâr ettikleri çok görülmüştür. Saman alevi gibi, ömürleri kısa olan bu tipler, çevrelerine faydadan çok zarar verirler.
Hâsılı, Müslümanlar günümüzde çok farklı sebeplerden dolayı, iradesinin hakkını veremeyip, gayesiz bir hayat sürdürmektedir. İradesinin hakkını verdiğini düşündüğü kimi zaman, anarşist bir tavırla çevresine zarar vermiş, kimi zaman da dinimi yaşıyorum iddiasıyla ortaya çıkmış ama o da dine zarar vermiştir.
HALİT EMRE YAMAN
@halitemreyaman2