Daha baştan belirteyim; bu satırların yazarı, Medrese-i Yusufiye’yi görmemiş biridir. Yunanistan’da geçirdiğim 10 günlük hapishane/kamp süreci oraya ne kadar benzer bilmiyorum. Medrese ehli, bununla beni aralarına kabul ederlerse ne mutlu bana…
Ailesi hem uzakta hem de maddi imkânsızlıklardan görüşe gelemeyenlerden olmadım ben… Görüş gününü dört gözle bekleyenlerden de olmadım. Ama kardeşlerim gaybubeti, medresenin bir parçası olarak kabul ederlerse ben de ailemle buluşma gününü iple çektim…
Orada ihtiyaç sahibi olan talebeye, koğuş ehli gizlice yardım edermiş. Ben yaşayamadım… Ama himmet ehlinin himmetlerini, onların ailelerine ulaştırmada küçük katkılarım oldu. Bilemiyorum, bununla beni kendilerine kardeş kabul ederler mi?
Kapalı kapılar ve duvarlar arasında bunalınca, rüyalarına misafir ettikleri ile inşirah bulurmuş kardeşlerim… Benim de böyle rüyalarım olmadı desem yalan olur ama onlar kadar liyakatim yokmuş demek ki Gönüllerimizin Sultanı bana misafir olmadı…
Üstü tellerle çevrili bir avluda gökyüzünü seyretmenin nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum ama bir odanın içinde, dünyayla sadece bir perde arkasından irtibat kurmanın nasıl bir şey olduğunu biliyorum. Ve bir de, sadece gece karanlığında balkona çıkabilmenin ızdırabını…
Medresenin avlusunda nasıl volta atıldığını da bilmiyorum… Bununla beraber, hareketsiz kalmamak için o küçük dairenin koridorunda attığım adımları biliyorum ama o sırada yaptığım evradın hesabını bilmiyorum…
Çay ve kantinden alınan atıştırmalıklar eşliğinde, medresede bir derse katılamadım. Ama Yunanistan’daki kampta buna benzer birkaç ders yapmak nasip oldu. Orada da can kulağıyla dinleyen kardeşlerim vardı…
Şiirler yazmış kardeşlerim, mektuplar yazmış; ranza üstünde, yer yatağında dizleri üstünde… Kimi sevdiklerine hitap etmiş, kimi davasını anlatmış… Ben o hüznü, o atmosferi yaşayamadım. Yapabildiğim tek şey onlardan bana kadar ulaşan destansı hayatlarını daha çok insanın duyabilmesini sağlamak oldu…
Medresede doğum günü pastası, bisküvi ve pudingden yapılırmış. Yemekte çıkan nohut, fasulye gibi bakliyatları muhafaza edip semaverde yapılan aşureyi de tadamadım… O pastadan da, aşureden de tadamadığım için ne kadar da talihsizim.
Her koğuşta ayrı ezan okunur, gürül gürül tesbihatlar ve dualar yapılırmış… O güzel sesleri duymam mümkün olmadı ne yazık ki… Aksine, 15 Temmuzun hemen sonrasında gittiğim birkaç Cuma namazında duyduklarımdan dolayı minarelerden okunan ezandan da soğudum.
Ağlaya ağlaya namaz kılarmış kardeşlerim orada… Benim öyle bir namazım olmadı ama ağlayarak namaz kıldıran bir kardeşe cemaat olma bahtiyarlığını yaşadım…
Orada gaddar gardiyanlar varmış, her fırsatta düşmanlık yapan… Bir de kameraların görmediği kuytu köşelerde, kardeşlerime sarılıp ağlayan, özür dileyen, moral verenler varmış… O gaddar gardiyanlarla muhatap olmadım ama apartman yöneticisi ve kapıcısı onları aratmadı diyebilirim. Gaybubette bu tiplerle muhatap olmamak için neler yapıldığını yaşayan bilir…
Hastaneye veya mahkemeye gitmek medresedeki kardeşler için ayrı bir heyecanmış… Perdeli de olsa, ring aracının o küçük camından dışarıyı izlemek ayrı güzellikmiş… Ben de bazen dışarı çıkıyordum; akşam karanlığında, yağmurlu veya rüzgârlı havada… Her köşe başında, dönüp arkaya bakmanın tedirginliğiyle…
Kardeşlerim hastane veya mahkeme vesilesiyle dışarıya çıktıklarında tanıdık bir yüz görünce mutlu oluyor, ortak dostlara selam gönderiyorlarmış. Oysa ben dışarı çıktığımda tanıdık bir yüz görmemeye özen gösterir, öyle biri denk gelecek olursa yolumu değiştirirdim… Çünkü kazanma kuşağındayken kavşakta rotasını kaybetme güzergahına çevirenler olduğunu duymuştum…
Ne mazgal deliğinden bana uzatılan, ne de bir zarfa koyup gönderdiğim mektuplarım olmadı. Onun hasretini çekmenin ne olduğunu bilmediğim gibi hasret ve sevgi yüklü duyguları kâğıda dökmeyi de beceremedim. Bütün bunları ancak telefonun ruhsuz ekranında bir nebze hissedebildim…
Açık veya kapalı görüş sonrasında, eşler, birbirlerinin yokluğunun ne demek olduğunu ve kıymetini daha iyi anlarmış. Onlar kadar olmasa da bunu ben de anladım…
Tahliye kararı sonrasında sevinç bir başka olurmuş Medrese-i Yusufiye’de… Öyle bir tahliye sevincim olmasa da, Meriç’i geçtikten sonra kilometrelerce arkama bakmadan yürümenin, ona denk olduğunu düşünüyorum…
Bizler, Allah’a inanan, güvenen, dayanan ve teslim olan insanlarız. Medrese-i Yusufiye’de, gaybubette, kampta veya vardığımız sahil-i selamette, her nerede olursak olalım, O’na tevekkülümüz tam…
Ya Rab!
Annesinden ayırılan, beşiklerdeki bebeklerin feryatları hürmetine…
Evde çocuklarının yolunu gözleyen, beli bükülmüş anaların-babaların ahu efganları hürmetine…
Yaşadıklarından dolayı doğumdan sonra sütü kesilmiş tutsak bacılarımızın gözyaşları hürmetine…
Anne babalarından koparılmış minicik yavruların yakarışları hürmetine…
Eşlerinden ayrılmış masum, mazlum ve mağdurların feryatları hürmetine…
Gönlümüzün Sultanı, Başımızın Tacı, Efendimiz’in (sav) hürmetine…
Sen’den bizlere ferec ve mahreç nasip etmeni diliyor, inayetini ve nusretini üzerimizden eksik etmemeni umuyor, rahmetini yağdırdığın gibi sekineni de üzerimize sağanak sağanak yağdırmanı istiyor, acilen acilen acilen imdadımıza yetişmen için yalvarıp yakarıyoruz… Bizleri kapından boş çevirme…
HALİT EMRE YAMAN
@halitemreyaman2