Gece, sırılsıklam siyah şalını köyün üzerine atmıştı.
Uzaklarda kabaran derenin ağır uğultusu duyuluyor, rüzgâr ağaçlarda ağıtlaşıyordu.
Derviş Odası’na doğru tırmananlar ıslak tahta basamaklardan odanın üst katına çıkıyorlardı.
Emektar soba yine gürül gürül yanıyordu.
Fırtınaların arasından çıkıp gelen Mehmet Hoca her zamanki yerine oturdu.
“Acı haber tez duyulur, derler.” diye başladı gecenin sohbetine.
Ümmü Seleme Annemiz daha Hazreti Hüseyin’in başı bedeninden ayrılır ayrılmaz, “Eyvah! Üveyikimi vurdular.” diye Medine’de feryadı bastı.
Abbas, aynı gün Medine mescidindekilere şunları anlatıyordu:
“Gece rüyamda Peygamberimizi gördüm. Son derece üzüntülü ve kederli idi. Elinde bir sırça çanak ve çanağın içinde toplanmış kan vardı. ‘Ya Resulallah bu nedir?’ diye sordum.
‘Bu Hüseyin ve arkadaşlarının kanıdır, Allah’a arz etmeye götürüyorum’ dedi.”
Tarihin bir köşesinden zafer coşkuları kulaklarımıza dolarken, diğer bir köşesinden ölüm ağıtları yarar yüreğimizi.
Bu hep böyledir.
Matem haberleri ulaşınca Medine’de yer yerinden oynamış, Şam bahçelerinde ise sevinç gülleri açmıştı.
Kadınların ve çocukların şehitlere veda sahnesi Kerbela’nın en acıklı sahnelerinden biriydi. Gece boyunca Fırat bir yandan, onlar bir yandan şehitlerin başında ağlamışlardı.
Kadınları ve çocukları şehitlerin kanlı bedenlerinden ayırmak mümkün olmuyordu.
Ağabeyi İmam Hüseyin’in başsız bedenine kapanan Seyyide Zeyneb’in feryatları arşı tutuyordu:
“Allah’ım! Bu kurbanı bizden kabul et! Ey göklerdeki bütün meleklerin kendisine salat ve selam gönderdiği dedem Muhammed’im! Şu yerde yatan kanlara ve kumlara belenmiş, başı kesilmiş beden, senin Hüseyin’indir.”
Kufeli askerler, nasıl bir cinayete araç olduklarını Seyyide Zeyneb’in feryatlarında görmeye çalışıyorlardı.
O tarihe kadar dünya böyle bir aile katliamı görmemişti.
Zorla sevdiklerinden koparılarak develere bindirilen kadınlar ve çocuklar develerden atlayıp şehitlere doğru koşuyor, cansız cesetlere sarılıyor, sille tokat yine bindiriliyorlardı.
Ehl-i Beyt’ten sağ kalanlar, İmam Hüseyin’in eşi, kızları, gelinleri, torunları ve kız kardeşleri olmak üzere toplam dokuz kadın ve beş çocuktu...
Bir de ateşler içinde yanan Zeynü’l Abidin...
Bir sonbahar sabahının taze ışıkları vuruyordu şehitlerin yüzlerine.
Esirler kervanının komutanı Seyyide Zeyneb, hem söylüyor, hem ağlıyor, hem de gidiyordu:
“Ah ey dedem Muhammed! Sana gökteki melekler selam etsin! İşte Hüseyin’in! Kana boyanmış vaziyette. Kızların esir alınmış, zürriyetin öldürülmüş, rüzgâr onların üzerine toprak savuruyor.”
Yol boyunca uğradıkları köylerin ve kasabaların sokaklarından geçerken çevre halkı; elleri bağlı kadınları, masum yavruları, gözyaşları içinde seyrediyorlardı. Onlara koşmak, sarılmak isteyenler kılıçla durduruluyordu.
Kadınlar ve çocuklar askerlerin arasında şehre girerken Kufeli kadınlar çığlıklar kopararak hüngür hüngür ağlamaya başladılar.
Seyyide Zeyneb ve Ümmü Gülsüm Kufe’nin sokaklarını, bahçelerini, bağlarını çok iyi biliyorlardı. Babaları Hazreti Ali’nin hilafeti zamanında dört yılı aşkın bir vakit kalmışlardı burada.
Babaları şehit edildikten ve ağabeyleri İmam Hasan’ın hilafeti elinden alındıktan sonra hazin bir firakla ayrıldıkları bu şehre yine pek hazin bir şekilde dönmüşlerdi.
Seyyide Zeyneb’in o gün Kufe halkına yaptığı konuşma, şifahi edebiyatın şaheser örneklerindendir:
"Ey Kufe halkı! Sizi yalancılar, hainler, bozguncular! Siz ey günahkârlar, dövünün artık. Asla dindirmesin Allah gözyaşlarınızı ve kalbiniz ebediyen acıyla sızlasın, kederle için için yansın. Doğruluktan, içtenlikten nasibi yokmuş o yalan yeminlerinizin.
Yazıklar olsun sizlere ey Kufe halkı! Muhammed’i en çok neresinden vurduğunuzu biliyor musunuz? Nasıl bir yemindir bu bozduğunuz ve kimin kanıdır bu akıttığınız?”
Ehl-i Beyt kadınları ve çocukları birkaç gün daha Kufe’de kaldıktan sonra Yezit’e götürülmek üzere Şam’a doğru yola çıkarıldılar.
Seyyide Zeyneb ve Ümmü Gülsüm’ün, babaları İmam Ali’nin Kufe yakınlarındaki mezarına bile uğramasına izin verilmedi.
Günlerce sürecek bir çöl yolculuğu başlamıştı yine.
Ehl-i Beyt kadınları Medine’den çıkalı neredeyse altı aydan bu yana kona göçe hep yollardaydılar.
Hayat nasıl bir şeydi?
Bazen koca şehirler birkaç insanı bağrına basmıyor, bazen sığınacak bir ağaç gölgesi bile bulunmuyor, bazen coşkun akan nehirler bile bir yudum su vermiyordu.
Çöllerde güneşler doğuyor, güneşler batıyordu.
Her birinin yürümekten ayakları patlamış, yüzleri kavrulmuş, gözleri yuvalarına kaçmış, genç yaşta belleri bükülmüş, kumdan bir canlı gibi düşe kalka hareket ediyorlardı.
Günlerden beri küfelerin içinde, güneşin bağrında, kum fırtınaları arasında yol alan çocuklar insanlıktan çıkmıştı.
Kafilenin düşe kalka ilerlediği bir gün, sıcakla buğulanmış çöl ufkunda bir bina göründü.
Yaklaştıklarında yol üstüne kurulmuş bir manastır olduğunu fark ettiler.
Manastırın genç ve güzel rahibesi kafilede esir muamelesi gören kadınların kim olduklarını öğrenince çok üzüldü:
“Siz ey Müslümanlar! Siz kendi peygamberinizin torunlarının kafasını kesip, kızlarını da böyle elleri bağlı olarak bir zalimin sarayına mı götürüyorsunuz? Yazıklar olsun size! Cehennem ateşi size azdır. İslam sizin kanlı ellerinizle kirlenmiştir. Kerbela denilen çöl, Müslümanların utancı ve yüz karası olacaktır. Asırlar sonra bile kimse bu vahşetle hesaplaşmaya cesaret edemeyecektir. İsa’ya ihanet edenlerle ve onu çarmıha gerenlerle bizim hesaplaşmamız hiç de kolay olmadığı gibi.”
Günlerce süren bir yolculuktan sonra Ehl-i Beyt kadınları bitkin ve yorgun olarak Şam’a ulaştılar.
Kufe’de olduğu gibi Şam’da da halk yollara dökülmüştü. Kadınların ve çocukların yürek yakıcı hallerini görenler gözyaşlarına boğuluyordu.
Ehl-i Beyt kadınları huzuruna çıkarıldığında Yezit, Şam ehlinin önemli kişileriyle oturuyordu.
Kadın ve çocuklarla birlikte İmam Hüseyin’in kesik başı da Yezit’in önüne atıldı. İmam Hüseyin’in başı gelse de kendisi gelmemişti.
Sarayda bir feryat koptu.
Emevi kadınları da bu hazin tablo karşısında gözyaşlarını tutamadılar.
Yezit, değnekle dudaklarına dokundu.
“Keşke bizim Bedir’deki yaşlılarımız görselerdi bunu.” dedi.
Seyyide Zeyneb daha fazla dayanamadı:
“Ey Yezit! Bizi aç ve sefil bıraktığına, bizim varlığımızı tehlikeye soktuğuna mı inanıyorsun?
Sizin kadınlarınız perdelerin ardına saklanacak da Resulullah’ın kızları tutsak edilecek ve pazar pazar kapı kapı dolaştırılıp halka teşhir edilecek, öyle mi? Bu mu sizin adaletiniz? Bizim hicaplarımızı açtırmakla, Resulullah’ın Ehl-i Beyt’inin masumiyetini gerçekten ayaklar altına düşürdün. Senin kaprislerin yüzünden şehir şehir dolaştırıldık.
Eli iş tutan bir erkeğimiz yok ki yardıma gelsin, bir yakınımız yok ki imdada yetişsin.
Ey Yezid! Senin defterini dürmek için yalnızca Allah kâfidir; davacın, dedem Allah’ın Resulü olacaktır.”
Seyyide Zeyneb’in bir kamçı gibi Yezit’in suratına inen bu sözleri, Ehl-i Beyt meşalesinin sönmediğini, sönmeyeceğini, Kerbela mateminden muhteşem bir medeniyet doğacağını haykırıyordu.
Kerbela kasırgasında titrek bir kandil gibi kalan Ehl-i Beyt ışığı, yeniden bir meşale ormanı haline gelebilmek için kahraman bir kadının yiğit yüreğine sığınmış görünüyordu.
Sonraki gün, Hazreti Hüseyin’e reva görülenler için Şam halkının nasıl vicdan azabı çektiği ve yas tuttuğu anlaşılınca Yezit, bu olayın başına bir iş açacağı endişesiyle korumalar tahsis ederek Ehl-i Beyt kadın ve çocuklarını Medine’ye gönderme kararı aldı.
Uçsuz bucaksız çöllerde yine aylarca sürecek bir yolculuk başlamıştı.
Aylar önce çıktıkları Medine’ye dönüyorlardı. Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) köyüne, baba ocağına, ana kucağına geri döndüler.
Fakat bu defa kervan çok eksikti, yiğitleri neredeydi?
Başta İmam Hüseyin olmak üzere, Zeynü’l Abidin dışında ailenin hiçbir genci geri dönmemişti.
En yürek yakıcı olanı da buydu.
Ümmü Seleme annemiz, acıların yonttuğu Ehl-i Beyt kadınlarını görünce feryadı bastı:
“Hüseyin’im hangi çölde vurdular seni, nasıl kıydılar sana?”
Not: Haftaya baharda fırtınalar olur
Harun Tokak