“Gün doğa ülkemize, bayram o bayram ola”
Yeni Şafak Gazetesinde pazar yazıları yazmak için teklif aldığımda ne yazacağımı düşünürken şimdi hapiste olan bir arkadaşım dem Tatlı’yı yaz diyor.
Mavi gökler ülkesi Moğolistan’ın uçsuz bucaksız çöllerinde yatan soylu insan dem Tatlı günlerde yeni vefat etmişti.
‘Bir Önden Giden Atlı dem Tatlı’ diye yazısını bir sahur vakti, Samanyolu televizyonunun kurucularından güzel insan Yusuf Özkan canlı yayında o ipeklerden yumuşak kadife sesiyle okuyunca yazı gündeme oturuyor.
Yazı daha sonra Önden Giden Atlılar kitabına isim oluyor.
Bir sonraki hafta bayramdı. İyi de bayram da ne yazacaktım!
Yazı yazmak zor zanaattır.
Ülkemizde bayramların nasıl geçtiğini biliyordum.
İyi de sevdiklerinden uzaklarda bayramı idrak eden önden giden atlılar gurbetlerde nasıl bayram kutluyorlardı?
Hatırıma uzun yıllar Kafkaslarda kalan Ramiz Bey kardeşim geliyor. Yeni dönmüştü oralardan.
Çamlıca’da mütevazi bir evde iftar sofrasında birlikte oluyoruz.
Ramazanın son günleri.
Birer ikişer tabaklar iftar sofrasına taşınıyor.
Güneş, güne ve İstanbul’a veda hazırlığında.
Nihayet Dersaadet’te gün batıyor.
Segâh makamında akşam ezanları İstanbul minarelerine can vermeye başlıyor.
Evlerin ilk ışıkları yanmaya başlıyor bile.
Sokak lambalarıyla beraber Boğaz'ın gerdanlığı da ışıldamaya başlıyor.
Galata, Kız Kulesi, Süleymaniye ve Fatih birer ışık adacıklarına dönüşüverdi. Derken, Sultanahmet ve Ayasofya da sılada gurbet yaşayan iki kardeş gibi, hem çok yakın hem de çok uzak mabetler olarak birbirlerine haber verircesine ışıklarını yakıyorlar.
Bir anda ışık ve bir renk cümbüşü kuşatıyor İstanbul'u.
İftar sofrasında, gurbette bayramı soruyorum kadim dosta.
Sormaz olaydım.
Gözleri doluyor birden.
Nemli ve buğulu gözlerle başlıyor anlatmaya:
“Yıl 1992…
Okul açma düşüncesiyle üç beş arkadaş Kafkaslardayız. Arkadaşlarla birlikte gurbette ilk bayramı idrak ediyoruz. Buruk bir bayram sabahı. Kararsızız. Ne yapacağımızı bilemiyoruz.
Nereye gidelim, kimlerin elini öpelim? Kelimenin tam anlamıyla gurbette, garib ve kimsesiziz.
Gurbette bayram zordur.
Öpecek el bulamazsınız, elinizi öpen olmaz. Kapının zili çalmaz. Bayram olduğunu bile fark etmezsiniz.
Bayramlar sanki sıradan bir günmüş gibi geçer.
Yalnız kaldığınız o anlarda yoğun bir şekilde memleket hasreti kuşatır.
Derin hayallere dalarsınız.
Şimdi köyümüzde olmak vardı diye geçinirsiniz içinizden.
Sabah erkenden kalkar, bayramlık elbiselerimizi giyer, çocuklarımızın elinden tutar camiye gideriz.
Önce yanık bir sala sesi yayılır fukara köyün üzerine. Sonra sabah ezanı yükselir eski minareden.
Salavatlar, tekbirler taşar kubbelerden. Köy o seslerle inler.
Namazdan sonra cemaat birbiri ile bayramlaşır. Büyük bir sevinçle eve geliriz. Beyaz yaşmaklı, ağzı dualı ninemin elini öper onun duasını alırız. Sonra anamın ve babamın elini öperiz.
Bütün aile bayram sofrasının etrafına sıralanırız.
Gurbette ne öpecek el bulabilirsiniz ne de elinizi öpen birisini.
Kapının zili çalacak diye boşuna hayal kurarsınız.
Gariplik ve yalnızlık koca bir dağ gibi, koyu bir karanlık gibi çöker üzerinize.
Gurbette yaşadığımız ilk bayramda bu duygularla birkaç kaç öğretmen arkadaş bir evde bir başımıza otururken kapının zili çalıyor.
Gurbette garibin kapısını kim çalar diye düşünüyoruz.
Heyecanla kapıya koşuyoruz.
Aman Allah’ım bir de ne görelim.
Ellerinde bahar çiçekleri ile öğrencilerimiz.
Güzel yeni kıyafetlerini giymişler.
O masum, o sıcak dilleriyle;
‘Bayramınız kutlu olsun!’ demezler mi?
Onları içeri davet ediyoruz.
Odamıza bir bayram sevinci doluyor. Yalnızlığımız bitiyor.
Üzerimizdeki koca dağ kalkıyor, koyu karanlık yerini aydınlık bir bayram sabahına bırakıyor.
Öğrencilerimiz bir bir elimizi öpüyorlar.
Ben de memleketteki çocuklarımı öper gibi onları öpüyorum, saçlarını kokluyorum.
Üsame’m kokuyor, Zeyneb’im kokuyorlar.
‘Bizi çok mutlu ettiniz. Nasıl akıl ettiniz bunu?’ diyoruz.
İçlerinden biri ‘Öğretmenim, annem dedi ki, ‘Bugün Müslümanların bayramıdır. Öğretmenleriniz burada gariptir. Kimi, kimseleri yoktur. Haydi yeni elbiselerinizi giyin ve öğretmenlerinizin ellerini öpmeye gidin.’
Öğrenciler gidince yine bir gariplik çöküyor üzerimize.
Mohaçkale'ye üç km uzaklıktaki Tarki köyündeki Türk şehitliğine gitmeye karar veriyoruz.
I. Dünya Savaşı sırasında Kafkas birliğinden ayrılıp Ermeni çeteleriyle savaşırken şehit düşenler orada yatıyor.
Savaştan geriye kalan hasta ve yaralı Türkler de bu köye yerleşmişler. Onun için bu köye Tarki yani Türkler köyü demişler.
Şehitlerimizi ziyaret ediyoruz. Ay yıldızlı mezar taşlarını okşuyoruz. Buram buram hasret kokan topraklarını kokluyoruz.
Şehitlik oldukça bakımlı ve mezar taşlarında ay yıldız motifleri var.
Dönüşte Tarki Dağı’nı yaya iniyoruz. Köy dağın yamacında.
Köyün meydanına yaklaşınca sanki sözleşmiş gibi bütün köylü orada karşılıyor bizi. Selamlaşıyoruz. Kumukça konuşuyorlar ama anlaşabiliyoruz.
‘Sizi şehitliğe giderken gördük.’ diyorlar. ‘Doğruca Türk şehitliğine gittiğinize göre Türkiye'den olduğunuzu tahmin ettik.’
İçlerinden biri, ‘Bayram günü sizin gidecek yeriniz yoktur. Haydin bize gidiyoruz.’ diyor.
‘Zahmet vermeyelim.’ diyoruz.
‘Hazırlığımız tamamdır.’ diyor.
Birlikte yürüyoruz. Tıpkı Bursa Cumalıkızık köyü gibi taş döşeme ve daracık sokaklardan geçiyoruz.
Misafiri olduğumuz evin önüne geldiğimizde tıpkı Anadolu'daki çatal kapı gibi büyükçe bir kapı bizi karşılıyor. Kapı taş döşeme kocaman bir avluya açılıyor. Arkada kayıt damı odalar. İki kademeli olan iç avlunun ikinci kademesine büyükçe bir sofra kurulmuş.
Ablalar, teyzeler, nur yüzlü nineler hepsi bizi sofraya buyur ediyorlar. Sanki kırk yıllık bir yakınımızın evindeyiz. Sanki memleketimizde, sanki köyümüzdeyiz.
Gurbette olduğumuzu çoktan unutuyoruz.’’
Bir önden giden atlı olan değerli dostum, gurbetteki bu ilk bayramın hatıralarını yoğun duygular içinde anlatırken heyecanlanıyor ve göz yaşlarını zor tutuyor.
Tarki köyü sakinlerinin gurbeti bastıran sıcaklıklarını, samimiyetlerini, iyiliklerini, ikramlarını hiç unutamamış.
Çaylarımızı yudumlarken sohbetin konusu yine gurbette bayram ve gurbetteki gönül erleri oluyor.
Kaç bayramdır annesinin, babasının elini öpemeyen yiğit öğretmenleri, fedakâr bacıları minnetle ve şükranla anıyoruz. Ve tabii ki, tüm dünyayı bayramlaştırma sevdasının mimarı ve “Gün doğa ülkemize bayram o bayram ola” sözleriyle bayram ufkumuzu değiştiren ve evrenselleştiren “Hüzünlü Gurbet’in Sahibi’’ni de.
Eskiden serhat boylarından at kişnemeleri ve kılıç şakırtıları duyulurmuş.
Şimdilerde, okulların çalan zilleri ve öğrencilerin cıvıltıları duyuluyor.
Eskiden Galiçya'dan, Sarıkamış'tan, Yemen'den yanık türküler gelirmiş.
Şimdilerde, ışık süvarilerinin sevgi dolu sesleri geliyor. Sevginin gür ormanlarından üfür üfür tatlı meltemler esiyor. Moğolistan'dan, Sibirya’dan, bütün bir Asya'dan…
Eskiden “Beni leb-i deryaya gömün. Ben leventlerimin sesini ve denizin hırçın dalgalarını duymak istiyorum.” diyen Barbaroslar varmış.
Şimdilerde, “Beni okulumun bahçesine, beni yaptırdığım mabedin haziresine gömün!” diyen Barbaroslarına gökçek yüzlü torunları var.
Nice acılar, çileler çekildi ve hala da çekiliyor olsa da Mevla bu günleri, bu güzellikleri gösterdi ya galiba bayram bu bayram ola.
Bazılarımız, çoluk çocuğuyla, aile efradıyla bayramı, sürur ve sevinç içinde idrak edecek.
Bazılarımız koğuşlarda, gaybubetlerde, gurbetlerde…
Kim bilir, bu bayramda da kaç ana, gurbetteki evladının kokusuna hasret yaşayacak, kaç ana şehidinin duvarda asılı fotoğrafına dalıp gidecek, elbisesine sarılıp ağlayacak.
Kim bilir, kaç baba elini öpen delikanlıları gördükçe gurbete gönderdiği gözbebeği oğlunu, şehit verdiği delikanlısını hatırlayıp, gözyaşlarına boğulacak.
Kim bilir kaç körpe bacımız, genç yaşta kaybettiği eşinin fotoğrafını sımsıcak bağrına basıp ağlayacak.
Kim bilir kaç yetim yavrumuz, babalarıyla bayram yerlerine giden çocukları sokakta görünce, “Keşke” diyecek, iç geçirecek, yutkunacak ve hıçkırıklara boğulacak, “Benim de babam sağ olsaydı!”
Bayram biraz da birbirini aramak sormaktır.
Gidip onların mütevazi evlerinde, yer minderlerine oturalım. Sade ve fakat sıcak yuvalarını ziyaret edelim. Asya'daki, Avrupa'daki, kara kıta Afrika'daki, Balkanlar'daki ''önden giden atlıların'', ''adsız kahramanların'' annelerine, babalarına gidelim. Öpelim, bir zamanlar evlatları tarafından derin bir saygıyla öpülen o kutsi elleri. Bacılarımıza gidip, dert ortağı olalım, gam yükünü paylaşalım. Eşleri hapiste olan kardeşlerimizin kapılarını çalalım.
Sol yanları acıyan yavruların acılarını paylaşalım.
Başlarını okşayalım
Boyunları bükük kalmasın...
Okşayalım çocukların kır çiçekleri kadar güzel kokan saçlarını.
Mis gibi koklayalım Cennet çiçeklerini…