Mevsim kıştı.
Sabahtan beri sık ormanların ortasında uzayıp giden dar yollarda ilerliyorduk.
Beş arabalık minik bir konvoyduk.
İskandinavların bu sakin ve özgür ülkesinde kış çok sert geçiyordu. Hava hep sisli ve dumanlı idi. Güneş bazen günlerce yüzünü göstermiyor, ne zaman doğup ne zaman battığı hiç belli olmuyordu.
Bir orman yangınından kaçar gibi Türkiye’den gelmiş muhacirleri görmekti muradımız.
O gün akşama kadar beş ayrı mülteci kampını ziyaret ettik. Bazıları ilk defa karşılarında aşina bir sima görmenin sevincini yaşadılar. O gün onlar için bayram oldu.
Bazı kamplar iyi olsa da bazıları derme çatma idi. Tuvalet ve banyolar ortaktı. Bu, özellikle muhacir hanımlar için çok zor bir durumdu. Siz içeride iken ne dediğini anlamadığınız izbandut gibi bir adam kapıya dayanıyor ve yumruklamaya başlıyordu.
Bu ziyaret muhacirlere olduğu kadar ensar ailelerine de çok iyi geldi. Eski koşularına geri dönmüş gibiydiler. O gün her bir ensar aile ile bir muhacir aile kardeş oldu. Artık onları zaman zaman ziyaret edecek, arayıp soracaklardı.
Bu durum muhacir aileler için çok değerli idi.
Mehmet Öğretmen ve eşini ilkin işte böyle bir mülteci kampında görmüştüm. Mehmet Öğretmen, hiç beklemediği bir zamanda bizi karşısında görünce ne yapacağını şaşırmış, taşkın bir pınar gibi dolan göz pınarlarını ikide bir siliyordu.
Tamamı Suriyeli mültecilerden oluşan kamptaki tek Türk aile Mehmet Bey ve hanımıydı. En yakın şehre mesafesi 150 kilometre olan gür ormanların ortasındaki bu mülteci kampında 150 kadar Suriyeli kalıyordu. Her birinin dramı ayrıydı. Kimi savaşta eşini kaybetmiş, kimi evladını, kimi anne ya da babasını veya her ikisini birden. Bu insanlar sadece savaşta değil, ülkelerinden kaçarken de kaybetmişler nice sevdiklerini.
Üzerindeki kırmızı tişörtüyle sahile vuran ve bütün dünyanın gündemine oturan Aylan Bebek gibi nice bebekler, babalar, anneler azgın suları geçerken balıklara yem olmuşlar.
İskandinavların bu ücra kampında bu yaralı insanların yüreklerinden kopan ağıtlar, gür ormanların uğultularına karışıyordu. Daracık orman yollarının bizi getirdiği bu uzak menzilde Mehmet Bey’i ve kendisi gibi öğretmen olan eşini yalnız kumrular gibi görmek hepimize bir hayli dokunmuştu.
O günden sonra Mehmet Öğretmenle irtibatı koparmadık. Yüz yüze bir daha mümkün olmasa da telefonla sık sık görüştük. Onunla abi-kardeş gibi olduk. Sadece kendimiz değil, sevinçlerimiz ve kederlerimiz de kardeş oldu. Zaman oldu, Türkiye’deki yavrusu gelince ona sarıldığı fotoğrafını gönderdi. Zaman oldu, sevinçlerini; zaman oldu, yüreğinin yorgunluğunu; zaman oldu, muştu dolu rüyalarını gönderdi...
O rüyalardan biri oldukça ilginçti...
“Geçen gün yine Türkiye’deki okulumdayım. Yamanlar Koleji cıvıl cıvıl… Beşinci katta Hocaefendi tıpkı eski güzel günler gibi yerde oturmuş sohbet ediyor. Ben de canım okulumun öğretmenleri ile onu dinliyoruz. Arada bir bize tebessüm ediyor. Sohbet çok tatlı. Biz, edebimizden biraz uzak oturmuştuk. “Neden uzak duruyorsunuz, birbirimize uzak durmayalım” diyor. Biz de dizinin dibine kadar yaklaşıyoruz. İşte böyle her gece bizim oralardayız…”
Mehmet Öğretmen bir gün cüzdanını kaybetmiş. Çok üzülmüş. Gurbette, içinde kimliklerin, ehliyetin olduğu bir cüzdanı kaybetmenin ne demek olduğunu ancak gurbettekiler bilir.
Ertesi gün polis aramış:
“Mr. Mehmet, buraya sana ait bir cüzdan getirdiler.”
Bu olayı anlatırken içimden, “Ben bu ülkeyi seviyorum” diye haykırasım geldi diyor.
Mehmet Öğretmen, iltica süresi devam ederken bir okuldan kabul aldı. Bir müddet sonra ilticası da kabul edildi.
Geçenlerde sıcak bir yaz günü odamda otururken eşiyle birlikte çıkageldiler. Üzerinde kısa kollu kırmızı bir tişört vardı.
Aman ya Rabbi!
Bir insan iki yılda bu kadar mı değişir.
Sanki Cihan Harbi görmüş gibi, o kömür karası saçlara hatta kaşlarına bile kır düşmüş.
“İlticamız kabul olur olmaz dostları şöyle bir ziyaret edelim dedik. Özgürlük güzel şey. Kardeş ailemize ilk defa geliyoruz. Dün akşam onlarda kaldık. Buraya 50 kilometre kadar uzakta oturuyorlarmış.”
Uzun uzun konuştuk, hasret giderdik.
Söz okuldan açılınca, “Okul beni yeniden hayata döndürdü” dedi. Allah’a şükür hem öğrencilerime kavuştum hem de üç beş kuruş kazanıyoruz. Hatta Türkiye’deki bir öğretmen arkadaşıma yardım ediyorum.
Her gün okula giderken “Ya Rabbi! Bu insanlar seni tanısın” diye dua ediyorum.
Bir gün okulun küçük bir odasında namaza durmuştum.
Okulun müdür yardımcısı geldi.
“Hello Mehmet” dedi. Ben cevap vermeyince bunu birkaç kere tekrarladı, sonra çıkıp gitti.
Namazı bitirince yanına gittim. “Özür diliyorum, namaz kılıyordum” dedim.
“Aslında ben özür dilerim. Allah’la aranıza girdim. Sana biz yer hazırlamamız gerekirdi.” dedi.
Şu zarafete bakar mısınız? Sonuçta ben bir mülteciyim.
Ramazan çok güzel geçti. Gözümüzün önünde yemek yemediler.
Okulumu çok sevdim. Sanki Yamanlar'dayım. Sadece okulumu değil, yeni öğrencilerimi de çok sevdim. Onlar da beni sevdiler.
İsveç Milli Eğitim Bakanlığı'nın hazırladığı derslerimizde kullanabileceğimiz kısa filmler var. Bir gün onlara "Yusuf’un Hikâyesi”ni izlettim.
Filmde, Yusuf adında Filistinli bir çocuk vardı. Yusuf, okula, arkadaşlarına ve çevresine uyumda güçlük çekiyordu. Öğretmen ve öğrenciler, Yusuf’un ödev olarak yazdığı kompozisyonda onun hikâyesini öğreniyorlar ve onu bağırlarına basıyorlar.
Film bittikten sonra biliyor musunuz “Ben de bir Yusuf'um" dedim.
“Öyleyse sen de anlat hikâyeni” dediler.
Ben 25 yıllık öğretmenim… 25 yıl öğrenci yetiştiren birine kim terörist diyebilir. Dört yıl oldu Amerika’daki oğlumu görmedim. Ben gidemiyorum, o da gelemiyor. Bir üniversitede IT destekli insan ilişkileri okuyor. Kızım Polonya’da master yapıyor. Bir yavrumu Türkiye’de bırakıp geldik.
Türkiye’de benim sizler gibi öğrencilerim vardı. Okulum kapandı. Öğretmenler tutuklandı. Kadınlar, bebekler hapiste…
Ben kendi hikâyemi anlatırken zil çaldı. Öğrenciler yanıma koşup sarıldılar bana.
Hep birden beni teselli ettiler…
“Üzülme biz de senin yanındayız.”
“Nasıl buldun bu okulu?” dedim.
“Birkaç okula, İngilizce öğretmeni olduğumu, mesleğimi icra etmek istediğimi yazdım.
Bir gün telefonum çaldı. Arayan şimdiki çalıştığım okulun müdürü idi.
Beni mülakata çağırıyordu.
Aradan bir hayli zaman geçse de Kampta bir türlü zaman geçmiyordu. Şehre, sosyal hayata çok uzaktık. “Benim gibi bir mülteciye kim iş verir” derken bir gün yine telefonum çaldı:
“Mr. Mehmet, okulumuza kabul edildiniz”
Okul müdürü telefonu kapatmadan önce, “Mr. Mehmet bir konuya hiç değinmedin” dedi.
-"Nedir efendim”
-“Ücret konusu”
-“Efendim ben öğrencilerime kavuşayım, başka bir şey istemiyorum” dedim.
-“Mr. Mehmet aradığımız öğretmen sensin hemen gel ve görevine başla”