Apansız başlayan yaz yağmurları sabahtan beri aralıksız yağıyor.
Toprak kokusu yağmur kokusuna karışıyor.
Yağmur önce kesilir gibi oluyor, sonra tırısa kalkan atlar gibi yeniden hızlanıyor.
Küçük derecikler, minik göller oluşuyor.
Tabiat pırıl pırıl yıkanıyor.
Yüreklerimizle içtiğimiz yağmur ve toprak kokuları bizi Muhacir Mehmet Bey’in hatıralarına taşıyor.
Mehmet Bey esmer güzeli, orta boylu bir insan. Yüzü memleket toprağı gibi.
Daha beni karşısında görür görmez;
“Size özellikle teşekkür borcum var.” diyor.
“Neden?’’ diyorum.
“Suya Düşen Kan kitabını hangi duygularla yazdınız bilmiyorum ama o kitap beni düştüğüm kuyudan çıkardı.”
Yüzünde, büyük imtihanlardan başarıyla çıkmış olmanın gururu ile yaşadığı acıların gölgelerinin yer değiştirip durduğu Mehmet Bey başlıyor bilcümle hikayesini anlatmaya;
“1990’ların başı...
Ben o yıllarda sol fraksiyonlara bağlı bir gençtim.
Kafamda biri sürü sorular vardı.
Bir neslin imanını sorularla çaldıkları günlerdi.
Bir gün lisede okurken Mustafa adında bir sınıf arkadaşım, ‘Gel, seninle bir sohbete gidelim.’ dedi.
Henüz inşaatı tamamlanmamış bir öğrenci yurdunun çatı katında bazı gençler toplanmışlar, sohbet ediyorlardı.
Yerde basit bir halıfleks seriliydi. Oldukça sade bir salondu.
Bir ara, birisi küçük bir sehpanın üzerinde duran televizyonun düğmesine bastı.
Ekranda birisi göründü. Ellili yaşlarında, erkek çizgileri içinde güzel bir insandı.
Giyimi sade ve uyumluydu. Beyaz saçları arkaya doğru açılmış olsa da kaşları ve bıyıkları siyahtı.
Yüzü sanki içinde ışık yanıyor gibi aydınlıktı. Taşkın pınarları andıran gözleri çok derinlerden bakıyordu.
Ağır ağır başladığı konuşması gittikçe hızını artıran yaz yağmurlarına dönüştü.
Ara sıra göz pınarlarında biriken yaşları eliyle siliyordu.
Sanki kafamdaki bütün sorularımı biri yazıp da önüne koymuş gibi cevap veriyordu.
Sohbet bittiğinde ben de bitmiştim.
Ömrümde ilk defa ağlıyordum.
İçimdeki buz dağları erimişti.
‘Kim bu hoca?’ dedim.
‘Fethullah Gülen,’ dediler.
O günden sonra Hocaefendi benim idolüm oldu.
Beni o sohbete götüren arkadaşın bir dediğini iki etmedim.
Liseyi bitirince üniversite sınavlarına girdim. İyi de bir bölüm kazandım. Lakin sevdiğim kız, üniversiteyi kazanamayınca ben de gitmedim.
Küçük bir işyeri açtım.
İşler de fena değildi.
Lakin askerlik gelip çattı.
Ben askerde iken kendisi için okumaktan vazgeçtiğim kızı zorla bir başkasıyla evlendirdiler.
Bu benim için büyük bir yıkım oldu.
Askerlik dönüşü yine işimin başına geçtim.
Bir gün arkadaşım, ‘Himmet var, haydi gidelim.’ dedi.
Bu kelimeyi ilk defa duyuyordum.
Gittik.
Oldukça kalabalık bir salonda, omuzları oldukça geniş, uzun boylu, güzel yüzünü hafifçe kırçıl bir sakalın çevrelediği biri ateşli bir konuşma yapıyordu.
‘Mehmet Şevki Ağabey.’ dediler.
Konuşma bitince biri, bir rakam söyledi.
‘Hadi canım sen de!’ dedim, ‘Bu rakam verilemez, atıyor öylesine.’
Herkes bir şeyler söyledi. Rakamlar havada uçuşuyordu ama bana hiç inandırıcı gelmiyordu.
Mehmet Şevki Ağabey, ‘Herkes küçük de olsa bir şeyler versin.’ dedi, ‘Bu listede adınız olsun. Böyle meclislerde Peygamberimiz (s.a.v)in ruhaniyeti hazır bulunur.’
Ben de çarnaçar, ‘Bir yılda ödemek kaydıyla 6.000 lira.’ dedim.
Dedim ama sanki bedenimden bir parça koptu. Tepeden tırnağa ter kesildim.
Söylediğime bin pişman oldum. Ben bunu nasıl ödeyecektim?
Bir sonraki gün, bir alışverişin ortasında buldum kendimi.
14.000 lira kazandım.
Aynı gün gidip himmetimin tamamını peşin ödedim.
Anladım ki söyleten de O, veren de O.
Himmeti en yüksek veren iş adamıyla ortak oldum.
Ayakkabı fabrikası kurduk.
Gaziantep İş Adamları Derneği’nin yönetim kurulu başkanı oldum.
2010 yılıydı…
İktidarın ileri gelenlerinden bizimle ilgili ürkütücü şeyler duymaya başladım. Bütün üst düzey yöneticiler, milletvekilleri arkadaşım olduğu için, bana, ‘Sizinle ilgili bir fırtına geliyor.’ diyorlardı.
Fakat ben bunu kendim dahil kimseye inandıramıyordum.
İktidara, iyilikten başka ne yapmıştık?
Eşime, ‘Karanlık günler başlayacak.’ dedim. ‘Haydi seninle hacca gidelim. Bir daha ya nasip olur ya olmaz.’
Hacdan yeni dönmüştük ki bir telefon geldi.
‘JİTEM’den yüzbaşı Bünyamin. Telefonu Hulusi Binbaşı’ma veriyorum.’ dedi.
‘Ne istiyorsan iste. Askeri ihale, milletvekilliği, villa... Yeter ki iktidarın yanında ol!’dedi.
Kabul etmedim.
Ertesi gün, hadiseler başladı.
Evimi yaktılar, aracımı kundakladılar.
Hepsi dostum olan şehrin yöneticileri, ‘Buradan uzaklaş. Hayati tehliken var.’ dediler. ‘Elimizden bir şey gelmiyor.’
İş yerime, evime hırsızlar girdi.
Bilgisayarımı götürdüler.
Her hafta, vergi dairesine çağırmaya başladılar.
Evin altındaki arabamı yaktılar. Sıra bana gelmişti.
Gaybubet günleri başladı.
Gaybubet günlerinde bir arkadaşla hazır yemek fabrikası kurduk.
Dört sene de böyle geçti.
2016’nın soğuk bir kış günüydü.
Telefonum çaldı.
‘Neredesin?’
‘Yemekhanedeyim.’
‘Bekle, geliyoruz.’
Kaçmadım, kaçmaktan yorulmuştum.
Polisler aldılar beni.
Nöbetçi mahkemeye çıkarıldım.
Kâtip, savcıyı aradı.
Savcının işi varmış, ‘İfadesini alın, bırakın.’ dedi.
Kâtip ifademi aldı. Tutanağı imzaladım.
‘Sizi PYD’den sorguluyorlar.’ dediler. ‘Pazartesi çıktın, çıktın yoksa alırlar.’
Antep’ten Liberya’ya Ramazan Bey adında bir hocamız gitmişti.
Pazar sabahı 04.21’de onu aradım.
‘Bileti alıyorum. Hemen gel!’ dedi.
Zaten benim cebimde bilet alacak param da yoktu.
Gidişimi kimseye söylemedim.
Eşime, uçaktan mesaj yazdım;
‘Böyle olmasını istemezdim. Gidip de dönmemek var. Hakkını helal et. En kısa zamanda seni ve kızımı da alacağım. Kızımıza iyi bak!’
Liberya’da Ramazan Bey beni karşıladı.
Sarıldık birbirimize.
‘Ne iyi ettin gelmekle.’ dedi.
Zor zamanlarında insanın böyle dostlarının olması ne kadar güzeldi.
Beni okulun üstündeki bir lojmana yerleştirdi.
Odadaki kitaplıkta bir kitap gözüme ilişti: Suya Düşen Kan
İlk geceden başladım okumaya.
Okudukça sanki düştüğüm karanlık kuyudan yavaş yavaş yukarıya doğru çıkıyordum.
Liberya’da hazır yemek işine girdik.
Okulun yemek işini çözdük.
Baskınlar, karakol, mahkeme derken eşim çok yıprandı, çok üzüldü. Sık sık polisler evimizi basıyordu. ‘Eşin gelsin!’ diye baskı yapıyorlardı
Liberya geleli iki ay olmuştu.
Bir gün eşim aradı.
‘Doktora gittim. Kansermişim.’ dedi.
Dünyam başıma yıkıldı.
İnsan her acıya katlanıyor da en sevdiğinin başına bir şey gelince dünyası zindan oluyor.
İlerleyen günlerde hastalık iyice nüksetti. Bari son günlerinde birlikte olalım diye düşündüm. Liberya’ya gelmesi uygun değildi. Aslında tedavisinin de kesilmesini istemiyordum ama bir daha göremeyecek olmam da kahrediyordu.
Avrupa’ya gitsem, eşim ve kızım da oraya gelseler mi diye düşündüm.
Bir gece rüyamda, aslında buna rüya da denmez, uyanıktım, Hocaefendi’yi gördüm.
Liberya’ya bakan hocamıza, ‘Mehmet Bey’e izin verdiniz mi?’ dedi.
Mehmet Hocamız boynunu büktü.
Liberya’dan çıkmamın doğru olmadığını anladım.
Bu dünyada en çok arzu ettiğim şey dünya gözüyle eşimi bir daha görmek ve onunla helalleşmekti ama olmadı.
Anladım ki rotamızı arzularımız değil mana alemindeki yüce ruhlar çiziyordu.
Telefonda hanımla helalleştik. ‘Senin hakkın çok. Hakkını helal et!’ dedim.
O, son konuşmamız oldu.
İyi ki Avrupa macerasına girmemişiz. Kim bilir oralarda ne zorluklar yaşayacaktık.
Zira bu olaydan kısa süre sonra eşim vefat etti.
Vefatından sonra, tam 28 gün boyunca, her gece eşimi cennet gibi bir yerde, hep böyle beyaz elbiseler içinde güzel insanlarla birlikte gördüm.
Hep beyaz elbiseler içinde görüyordum.
Sanki hep bir aradayız. Sağda, solda abiler, ablalar bizi arıyorlar. Bir köşk yapılıyor. ‘Sizin eşinize yapılıyor.’ diyorlar. Genç bir bayan eşimin elinden tutmuş birlikte yürüyorlar.
‘Bu kim?’ diyorum, ‘Hazreti Meryem.’ diyorlar. ‘Cennet kadınlarının efendisi.’
Eşimin adına bir kuyu yaptırmaya başladım.
Bir öğretmenimiz, ‘Ağabey, babam ölüm döşeğinde. Bu kuyuyu babama bağışlar mısın?’ dedi.
Ona bağışladım.
Kuyu açıldı. Öğretmenimizin babası hasta yatağında suyu gördü, el salladı ve ruhunu teslim etti.
Eşim için cami yaptırdım, kuyu açtırdım ama köprü hepsinden çok ses getirdi.
Liberya’da bunalmaya başlamıştım. Bazı arkadaşlara da biraz kırılmıştım.
Kafam çok karışıktı. Gel-gitler yaşıyordum.
Hocaefendi’nin o sözleri kulaklarımda uğulduyordu;
‘Hicret edeceğiniz yerlere giderken bir daha dönmemek üzere gidin. Çünkü muhacirlerin mezar taşları hicret ettikleri yeni dünyaların manevi tapularıdır. Muhacir kendi ülkesinin yemyeşil yamaçlarını, bağlarını, denizlerini, göklerini düşündüğünde ‘Aman, Allah göstermesin, memlekette ölmek mi?’ duygusuyla sahabe gibi tir tir titremelidir. Evet, ideal muhacir gideceği yere gitmeli, bir daha geriye dönmeyi düşünmemelidir.’
Okuma kampında olduğumuz bir gündü.
Rüyamda tesbihat yapıyorduk.
Biri seslendi. Baktım, Peygamberimiz, beni çağırıyor.
Yanına gittim. Peygamberimiz (s.a.v) önde, ben arkada yürüyoruz. Peygamberimiz’in(s.a.v) gittiği yer kararıyordu.
Sonra döndü bana;
‘Size, gitmek için izin verdik mi?’ dedi.
Çok utandım. Boynumu büktüm. Uyandığımda kan ter içindeydim. Günlerce o rüyanın tesirinden kurtulamadım.
Arkadaşlara, ‘Bir daha, gitme, sözünü duymayacaksınız benden.’ dedim.
Vasiyetimdir;
“Beni bu topraklara gömün!”