Kuzeyin bu soğuk ülkesindeki sokak cıvıl cıvıldı.
Sokağın başında büyükçe bir lise vardı. Lisenin yanı başında ilkokul, yolun karşısında ise kreş vardı.
Çocuk cıvıltıları, zil sesleri bir birine karışıyordu.
Adı gibi canlı bir sokaktı.
Bu sokakta hayat erken başlıyordu. Anne, babalar küçük çocuklarını en sert havalarda bile bisikletle getiriyorlardı. Daha uykusunu alamamış gözleri mahmur küçücük çocuklarını kreşe bırakıp gidiyorlardı. Bu hemen her sabah tekrar eden bir sahne idi. Öğleden sonra da aynı anne babalar yine bisikletleri ile gelip çocuklarını alıp gidiyorlardı.
Gül Ailesi bu sokakta ahşap eski bir konağın çatı arasında kalıyordu.
İki odalı bu çatı arasındaki odanın birinde Gül Hanım ve eşi diğerinde kızı ve damadı kalıyordu.
Ev oldukça dardı ama evlatlarının yanlarında olması onlara büyük bir ferahlık veriyordu.
İstanbul’da Boğaza nazır evlerindeki saadetli günler artık hayallerde kalmıştı.
Gül Hanım yola bakan küçük pencereden annelerinin çocuklarına sarılmalarını, onları kucaklamalarını, önce bağırlarına bastırıp sonra bisikletin arkasındaki minik sepete oturtmalarını, kemerlerini bağlamalarını, küçücük kasklarını başlarına geçirmelerini imrenerek seyrediyordu.
Sokaktaki bu hareketlilik onların ruhlarını ferahlatıyordu.
İlk defa geldikleri Kuzeyin bu sakin ve özgür ülkesinde kış çok sert geçiyordu.
Sabaha değin süren fırtınalarda ormanların uğuldayışı, gökleri tutan kara bulutların sağa sola kaçışı, göklerin gürleyişi yüreklerine ürpertiler salıyordu.
Penceresi yola bakan oda çok fonksiyonlu idi. Misafir ağırlanıyor, çamaşırlar kurutuluyor, yemek yeniyor, ofis görevi görüyor, geceleri de yatak odası oluyordu.
Gül Hanımın eşi yazardı. Camın kıyısındaki küçük masada yazılarını yazar dururdu. Yazı yazmadığı zamanlarda da okurdu.
İlk zamanlar aşağıdan zil çaldığında ipe asılı çamaşırları alel acele toplarlardı. Bir müddet sonra çamaşırların ortada asılı durmasına alıştılar. Sadece oturanların bir birini görmeleri için kanepenin önüne denk gelen çamaşırları iki kenara sıyırmakla yetinmeye başladılar.
Bir bayram günü akşama kadar 40-50 kişiyi bu küçük oda da ağırladılar.
Gurbette başlarını sokacak bir yer bulmuşlardı ya ona da şükrediyor,
“Vesile olanların Allah ne muradı varsa versin” diye dua ediyorlardı.
“Bu sevdanın uğrunda nelere katlanılmazdı ki”
Gül Hanımın romatizmalarını evdeki rutubet iyice azdırıyordu. Bazen dayanılmaz hal alıyordu. Nice geceler gözünü hiç kırpmadan sabahı ediyordu. Kocası, gecenin bir vaktinde uyandığında onu pencereden karanlığın derinliklerine doğru bakarken buluyordu.
Bazı akşamlar evlerinin önündeki sokak lambasının aydınlığında bir kaç muhacir düşünceli kumrular gibi konuşurlardı.
Aralarında büyük iş adamları, profesörler, bürokratlar, öğretmenler, doktorlar da vardı.
Her meslekten insan bir yolunu bulup ülkesinden kaçıp Kuzeyin bu soğuk ülkesine sığınmıştı. Kiminin serveti kiminin mesleği elinden alınmıştı. Bir orman yangınından kaçar gibi kaçmışlardı ülkelerinden. Canlarını zor kurtarmışlardı.
Bazen Gül Hanımın eşi pencereden seslenirdi onlara
“Dergâha gelin sıcak çay var.”
Sıra sıra gelirlerdi. Bir yanları hep yıkık gezen bu insanlar oturur oturmaz,
“Ne zaman bitecek bu günler” derlerdi.
Bu daracık odaya zaman zaman Gül Hanımın torunları geliyordu. O zaman o daracık oda büyük ve geniş bir saraya dönüşüyordu.
Gül Hanım çocuklarına ve torunlarına çok düşkündü. Gurbette de olsa onlarla birlikte olmak bütün derdini unutturuyordu. Onlar gelince hastalıklar unutuluyor evde gençlik koşuları geri geliyordu.
Belki de gurbetin en büyük tesellisi idi torunları.
Ama onun yüreğini kor gibi yakan, geceleri gözlerini karanlıklara açılan pencereye mıhlayan, sessiz sesiz ağlatan bir derdi vardı.
Oğlunun biri hapisteydi.
Güneşin doğuşu da batışı da dokunuyordu ona.
“Yine gün doğdu oğlum bu günde güneşi göremeyecek.”
Yine akşamlar oldu. Oğlum bu gece de karanlıklarda kalacak.
Gün batımında etrafına taç yapraklarıyla ışık saçan camın önündeki çiçekler bile ona bir tutam hüzünden başka bir şey vermiyordu.
Her sofrada lokmalar ağzında büyüyordu. Sofralar, sözler çoğu kere yarım kalıyordu. En mutlu en huzurlu anında oğlu aklına geliyor ve kalbine bir hançer saplanıyordu. İlaçlarını alırken, su içerken hep oğlunu düşünüyordu.
Geceleri yola bakan pencerenin önüne dikiliyor karanlıklarla konuşuyordu.
“Alerji hastalığı vardı, kaşıntıları arttı mı, ilaçlarını alabiliyor mu? Koğuşta kaloriferler yanıyor mu, işkence ediyorlar mı?”
Sorular işkence aletleri gibi sıralanıyordu beyninde.
Ahşap konağın bu küçük penceresinden hemen her gece özlem bir mendil gibi sallanıyordu karanlığa doğru.
Geç de olsa Kuzey Işıklarına komşu bu soğuk ülkeye bahar gelmişti.
Sevimli torunu bir gün, “Biz neden buradayız ben ülkeme gitmek istiyorum” dedi.
“Neden oğlum bak burası ne kadar güzel, parklar, bahçeler, oyun alanları…”
“Olsun ben yine de gitmek istiyorum.”
“Neden peki?”
“Okulda öğrenciler beni oyuna almıyorlar.
“Neden almıyorlar.”
“Hem dilini anlamıyoruz hem de futbol oynamasını bilmiyorsun” diyorlar.”
“Baban sana öğretsin”
“Babam Ben futbol bilmem” dedi.
“O zaman deden sana öğretsin, çocukluğunda çok severdi futbol oynamayı”
O günden sonra dedesiyle birlikte evin yakınındaki parkta hafta sonları antrenman yapmaya başladılar.
Park çok büyüktü. Göz alabildiğince yeşil alanlar. Denize kadar uzanan yürüyüş parkurları. Minyatür futbol sahaları, piknik yerleri, gül bahçeleri, hayvanların özgürce yaşayabilecekleri özel bölümler. Bisiklet yolları, yeşilbaşlı ördeklerin, kuğuların yüzdüğü mini göller, suni derelerin üzerine kurulmuş ahşap köprüler…
Her taraf bahar kokuyordu.
Tatlı bir bahar ezgisiyle oluşan büyülü hava, insanın başını döndürüyordu.
Bu büyülü parkın denize açılan kıyılarında gün batımları soylu ve sevdalı güzelliğe dönüşüyordu.
Bu saatlerde ışığın yangın kızılında, yeşilin parlayışında bir başka oluyordu park.
Evden çıkarken babaannesi ördekleri beslemesi için torununa ekmek kırıntıları veriyordu.
Artık ördekler onu tanıyordu.
Onu görünce ördeklerin kıyıya doğru çırpınarak koşuşturmaları görülmeye değerdi.
Güzel bir bahar günü yine antrenman vardı.
Sevimli torunu Gül Hanıma,” Babaanne haydi sen de gel” dedi.
Gül Hanım pek dışarı çıkmazdı ama torununu kıramadı.
Bahar gelmiş badem ağaçları gelinliklerini giymiş onun neyine.
Börtü-böcekler, kelebekler özgürce uçmuşlar oğlu özgür olmadıktan sonra hiçbir şeyin tadı yoktu.
Bütün mevsimler kıştı.
Baharlar gelip geçiyor, üç aylar, kutsal geceler havai fişekler gibi bir birini takip ediyor, teravihler, tekbirler, camilerin kubbelerinden taşıyor, mahyalar, parıltılı kolyeler gibi minareleri süslüyor ama oğlu bunların hiç birini ne duyuyor ne görüyordu.
Dışarıda debisi yüksek bir nehir gibi akıp giden zaman zindan da durmuş gibiydi.
Torunları önde daldan dala konan kelebekler gibi oynaya zıplaya evlerinin yakınındaki parka doğru giderken Gül Hanımın mutluluğuna diyecek yoktu.
Eşi ile ile birlikte yan ayana yürüyorlardı.
Badem ağaçları beyaz gelinliklerini giymişlerdi. Yeşilin bütün tonları baharın ilk dansındaydı. Her bir yanda bahara ulaşmanın sevinç çığlıkları duyuluyordu.
Doğanın göğsünden taşan mutluluk insanların yüreklerine akıyordu.
Eşi bir ara Gül hanımın geride kaldığını fark etti, dönüp baktı.
Gül Hanım bir badem ağacının altında öylece duruyordu.
“Ne oldu yine ağrıların mı arttı?”
Susuyordu sadece susuyordu.
Gül yanakları bir anda mor bir buluta dönmüştü.
Sonra ansızın boşalan bahar yağmurları gibi taştı göz pınarları.
Sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.
Ağlayabilmenin tadına varıyordu
Dudaklarından kesik kesik kelimeler döküldü…
“Benim oğlum bu baharı da göremeyecek.”
Ülkesinin baharlarına hasret bütün gözlerin bu baharı görmeleri dileği ile...