Yine nice alimler, hocalar, siyasetçiler Kutlu Nebi’den söz edecekler.
Onun Alemlere rahmet olduğunu, O’nun dillere destan şefkatini anlatacaklar.
“Peygamberimiz, torunları Hazreti Hasan ve Hüseyin’i çok severdi, namaz kıldırırken bir çocuk ağlaması duysa ‘Çocuk ağlamasın, anası üzülmesin’ diye namazı kısa keserdi.” Diyecekler.
Onun olduğu yerde değil insanların; kurdun kuşun, börtü böceğin bile güven içinde olduğundan söz edecekler.
Kuş yavrularının yuvalarından alınmasına, analarından koparılmasına, karıncaların bile yuvasının bozulmasına gönlü razı olmazdı, diyecekler.
Lakin yıkılan yuvaları, analarından koparılan yavruları, Meriç’te boğulanları görmeyecekler, duymayacaklar. Ülkenin zindanlarında ağlayan çocukları ve anaların feryatlarının farkında bile olmayacaklar.
Tıpkı uzun süre tuzlu suda kalan can yeleklerinin parça parça kopuşu gibi anaların kopan yüreklerini görmeyecekler.
“Dün, anne ve babaları, sizin çocuklarınızın öğretmenleri olan bu masum çocuklardan ne istiyorsunuz?” demeyecekler.
Bu okulların, yurtların, üniversitelerin açılışını siz yaptınız, sizin çocuklarınız da buralarda okudu” demeyecekler.
Kör yaşadılar, kör ölecekler, kör haşir olacaklar.
Bu süreçte çok değerli belgesellere imza atan yönetmen Bedrettin Uğur son belgeselini Hitlerin işkence merkezi Gestepo zindanlarında çekti.
“Büyümez Ölü Çocuklar”
Belgeselin en acıklı yanlarından biri ölenlerin geride bıraktıkları eşyalardan yükselen çığlıklardı.
Tenkıl Müzesinin sergilediği o eşyalar ta uzaklardan benim bile ruhumda fırtınalar kopardı.
Beyaz sandalyeler, kanlı tişörtler, kırık gözlükler, yırtık ayakkabılar, parçalanmış montlar, çocuk oyuncakları…
Tarihin en korkunç işkencelerine tanık olan Gestepo hapishanesinin hala kan kokan taş duvarları, yetmiş yıl sonra yeni vahşetlere tanık oldu.
Kürt sanatçı Hozen Cane, “Buraya girdiğim an tansiyonum yükseldi” diyor belegeselde, “Koca koca paslı demir kapıları görünce titredim, ben nereye geldim diye hala titriyorum. Ama Türkiye'de yaşadıklarım, bunun yanında daha korkunçtu inanın. Gestepeo’nun hücre pencereleri daha büyük, benim Türkiye’de kaldığım hücredeki pencere daha küçüktü. Kapılar, pencereler daha karanlıktı.”
Gestepo hapishanesinin soğuk duvarlarındaki Almanca bir yazıyı okuyor.
“Çığlık attım, duvarın kulağı yoktu. Çığlık atmaya devam ediyorum.”
“Evet bende çığlık atmaya devam edeceğim” diyor Hozen Cane, “Kendi ülkemde yeni doğan bebeklerin acılarını gördüm. Ve tek başıma hücrede gece saat ikide üçte askerlerin nasıl yürüdüğü, nasıl kapı açtığını, nasıl içeri girdiğini gördüm. Çocukların gözlerinde gördüm korkuyu. Her tür işkenceyi gördüm. Ben kurtuldum belki benim şanslı olmam Alman vatandaşı olmamdı. Şanslı olmam çok ünlü bir Kürt sanatçısı olmamdı. Şu an on binlerce masum çocuklar, analar işkence altında.
Bütün herkese çağrımdır, lütfen duyun.
Yazık o coğrafyaya yazık Türkiye'ye.
O çocukların sesini dünyaya duyurmak istiyorum. Sonu ölüm de olsa ben bu yolda vazgeçmeyeceğim.”
Sonra iki yavrusunu Ege Denizinin karanlık ve derin sularında kaybeden Gonca Kara geliyor ekrana;
“Altı yaşındaki Mustafa’m ve sekiz yaşındaki Gülsüm’üm artık yok” diyor.
Onlar ne bisiklete binebilecek ne de okula gidebilecek.
Dün kızım Gülsüm’ün doğum günüydü. Eğer yaşasaydı 12. Doğum gününü kutlamış olacaktık. Ne acıdır ki onlar 6 ve 8 yaşında kaldılar. Zaman onlar için dondu.
Kazadan sonra on bir saat suda kurtarılmayı bekledik. Bu süre içerisinde ben çocuklarım yaşıyor mu? Öldü mü haberdar değildim. Çünkü hepimiz denizin bir tarafına savrulmuştuk. Gece bitmek bilmiyordu. Hepimiz ömrümüzün en uzun gecesini yaşıyorduk. Zaman durmuş, saatler durmuştu ama dalgalar durmuyordu. ‘Biraz sonra, biraz sonra, biraz sonra…’ derken gün aydınlandı. Gün aydınlanınca denizin derinliği, dağların ihtişamı, suların büyüklüğü ortaya çıktı. O büyüklüğün yanında yapayalnız kalma duygusu kapladı kalplerimizi. Sebepler bitti, tükendi. Islak yolun sonu göründü. Uçsuz-bucaksız bir denizin ortasında güneşin bağrındaydık. Gökte kuşlar uçuyor, uzaklardan motor sesleri geliyordu. ‘Ne olur Allah’ım! Görsünler bizi, göster Allah’ım!’
Saat yedi, sekiz, dokuz… Ne gelen var, ne giden… Eşimle birlikte tutunduğumuz can yeleği, tıpkı yüreklerimiz gibi parça parça kopmaya başladı. Ama biz gidiyoruz, hepimiz öleceğiz. Artık dayanacak gücümüz kalmadı. ölümle hayatın o ince çizgisi üzerinde gelip gidiyorduk.
Belki çocuklarım yaşıyordur diye ölüme direniyorduk. Eğer onlar yaşıyorsa bizim buradan kurtulmamız lazım, diyorduk. Tam her şey bitti dediğimiz anda yeniden bir umut doğdu. Uzaktan bir gemi göründü. Aydınlık suları yararak yanımıza kadar geldi. Gemi bizi ölümün ıslak ve karanlık kollarından aldı.
Hemen gözlerim çocuklarımı aradı. Allah'a şükür iki yaşındaki oğlum kurtulmuştu ama diğer oğlum la kızım gemide yoktu. Herkes bir köşede kendi kaybına ağlıyordu.
O an yine de ümit ediyordum, belki yaşıyorlardır.
Çünkü biz kurtulduk. Belki onlar da kurtulmuştur. Ama maalesef 6 yaşındaki oğlumun cansız bedenini çıkarttılar karanlık sulardan. Ağ gibi bir şeye takıp çıkarttılar. Gidip oğluma bakmaya cesaret edemedim. Onun öldüğüyle yüzleşmeye cesaret edemedim.
Maalesef evlatlarımın ikisini de kaybettim. Ve en acısı bunu hala kendime söyleyemiyorum.
Gestepo zindanlarında sergilenen Tenkıl Müzesinde acısını haykıranlardan biri de Kara Efe’sini kaybeden Zekiye Ataç’ tı.
Elinde tuttuğu kırmızı karton kamyona bakarak, “bunu hapishaneden babası göndermişti” diyor, “Koğuştaki arkadaşlarının da yardımıyla günlerce uğraşarak yapmışlar bunu. Yapımında kullanılmış kartonları kullanmışlar.
“Ahmed’im çok severdi bunu. Elinden bırakmazdı.
“Ahmet’im hayat doluydu, çok güzel oyun oynardı, halay çekerdi.
Ben bakamıyorum ama kızım Fatma Betül, arada bir açıp ağabeyinin videolarına bakıyor.
Şu an Kara Efe’min iyi olduğunu düşünüyorum. Acılarının son bulduğunu düşünüyorum. Çok zulüm yaşadı, gerçekten çok zulüm yaşadı. Çok acılar çekti. Çok ağrıları vardı. O kadar ağrıları vardı ki ama bana hiç söylemezdi. Ben hissederdim. O kadar sıkardı ki dudaklarını ısırırdı, paramparça olurdu, hep yara olurdu.
Benim de hapiste olduğum günlerin birinde sofrada babaannesiyle, dedesiyle yemek yerken televizyonda bir haber çıkıyor.
Anne, baba ve çocuklarla alakalı bir haber.
Biri konuşuyor…
Çocukların anne babalarına olan düşkünlüğünden, onları ayırmamak gerektiğinden, söz ediyor. Ahmet kaşığı bırakıyor ve kalkıyor, ‘’ama bizi ayırdılar anne babamızdan’’ diyor. ‘’Bizi anne babamızdan ayırdılar.’’
Sonra öbür odaya gidip hüngür hüngür ağlıyor. Babaannesi bunu anlatırken hep ağlar.
Benim yüreğim yanıyor. Evlat acısı hiçbir acıya benzemiyor. İçimdeki bu yangın hiçbir şekilde sönmeyecek.
Son günlerinde babasını çok aradı.
Babası ile o son konuşması gözümün önünden hiç gitmiyor. Ben babası ile konuşurken birden telefonu elimden aldı. Çok zor konuşuyordu;
“Baba artık gel buraya…”
“Oğlum gelemiyorum…”
“Baba ben sensiz ne yapacağım? Artık gel…”
“Oğlum gelmek istiyorum, gelemiyorum… Oğlum, bırakmıyorlar yavrum…”
“Ben sensiz ne yapacağım?
“Oğlum, bırakmıyorlar yavrum…”
“Ben sensiz ne yapacağım burada…”
“Biliyorum oğlum! Ben de sensiz bir şey yapamıyorum…”
Son gün yatağından şöyle bir doğruldu kalktı. ‘’Anne vallahi ölüyorum’’ dedi. Öyle bir vallahi “babaaaam” dedi ki; ben hiç hayatımda böyle ciğerden ‘babaaaam’ demesini duymamıştım. Üç defa kalbi durdu o gün. Dördüncü defa kalbi durunca bir daha uyandıramadı doktorlar.
Babası ne yazık ki cansız bedenine sarılabildi.
Şair, ‘Büyümez ölü çocuklar’ diyor ya, o bir kere hiçbir şekilde büyümeyecek. O hâlâ benim içimde 8 yaşında. ‘Anne, baba’ diye konuşmaları hiçbir şekilde kulağımdan gitmeyecek. Biz hâlâ onunla yaşıyoruz. Hala cezaevinde olan babası, ‘ben buradan çıkacağım ve karşımda Ahmet’im beni karşılayacak ’diyor.
Benim yaşadığımı kimse yaşamasın. Gerçekten hiç kimse yaşamasın, benim düşmanım da yaşamasın. Bana bu acıyı yaşatanlar da yaşamasın.”
İki gün sonra Mevlid Kandili...
Yine nice alimler, hocalar, siyasetçiler Kutlu Nebi’den söz edecekler.
Onun Alemlere rahmet olduğunu, O’nun dillere destan şefkatini anlatacaklar.
“Peygamberimiz, torunları Hazreti Hasan ve Hüseyin’i çok severdi, namaz kıldırırken bir çocuk ağlaması duysa ‘Çocuk ağlamasın, anası üzülmesin’ diye namazı kısa keserdi.” Diyecekler.
Onun olduğu yerde değil insanların; kurdun kuşun, börtü böceğin bile güven içinde olduğundan söz edecekler.
Kuş yavrularının yuvalarından alınmasına, analarından koparılmasına, karıncaların bile yuvasının bozulmasına gönlü razı olmazdı, diyecekler.
Bazılarının adını bile anmaya değmez.
Lakin Ahmet Taşgetiren, Hayreddin Karaman, Nihat Hatipoğlu, Bülent Arınç, Meral Akşener…
Siz hiç Rahmet Peygamberinden bahsetmeyiniz.
“O geldi, kız çocukları diri diri gömülmekten kurtuldu demeyiniz.”
Sizin suskunluğunuz diri diri öldürüyor çocukları.
Siz asrın zulmüne, insanlığın kıyımına sessiz kaldınız.
Lütfen Peygamber şefkatinden bahsetmeyiniz.
“O, kuşların bile yuvasının bozulmasına gönlü razı olmazdı,” demeyiniz.
Siz suskunluğunuz çok yuvalar yıktı, çok ocaklar söndürdü.
Bütün ülkeyi kuşatan kâbus karşısında sizin suskunluğunuz, büyüdükçe büyüdü.
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.