Yollar kesiliyor, otobüsler durduruluyor, daha hayatının baharındaki kızlar, delikanlılar dağlara devşiriliyordu. Geceler kurşunlanıyordu. Doğu’da arkadaşlarla Merkür adında mahalli bir televizyon kurmuştuk.
Doğunun ilk mahalli televizyonu olmasından mı yoksa yayınlarından mı, halk Merkür’ü çok sevmişti.
Tartışma ve çocuk programları çok ilgi görüyordu. “Fahri Dede Bahar Çocukları İle” programına çocuklar bayılıyordu. Merkür, bilhassa kanaat önderlerinin seslerini halka duyurmada önemli bir rol üstleniyordu.
Güneş, Van Gölü’nün lacivert sularında kaybolurken “Doğu’dan Haberler” diye başlardı akşam haberleri.
Haberler, pek iç açıcı olmazdı.
Birgün Abdullah ve Yusuf Sinan adında iki delikanlı çıkıp geldiler. “Televizyona eleman aranıyormuş.” dediler.
İçim ısındı bu gençlere.
Televizyon o gençlerle her geçen gün biraz daha büyüdü. Vali, köylere, açılışlara hep o gençlerle gidiyor, milletvekilleri mutlaka Merkür’e çıkmak istiyorlardı.
Bir müddet sonra tayinim Ankara’ya çıktı. Yusuf Sinan ve Abdullah’la da irtibatımız kesildi.
Epey bir zaman önce sosyal medyada valinin, Yusuf Sinan’ın ailesine taziye ziyaretinde bulunduğu fotoğrafı görmüştüm.
Galiba babasının vefatı içindi.
Dudaklarımdan gayri ihtiyari bir cümle döküldü;
“Bu bizim Yusuf Sinan”
Gurbette bazı akşamlar Zoom marifeti ile muhacir ailelerin evlerine misafir oluyoruz. Çoğu kere kime misafir olacağımızı biz de bilmiyoruz. Program sorumlusu arkadaşımız bazen bizi sürpriz simalarla karşılaştırıyor.
Geçenlerde ekran açıldığında bir genç göründü ekranda.
Duruşu, bakışı yükseklerden süzen bir kartal gibi. Kara gözlerinde kederler yer değiştirip duruyor. Yanında sevgili eşi ve kızı da var.
“Hocam nasılsın ben Yusuf Sinan” demez mi.
Aman Ya Rabbi!
O bizim liseli utangaç Yusuf Sinan koca bir adam olmuş. Yanında sevgili eşi ve dünya tatlısı bir kızı var. Sevgili kızı Şeyda da gelinlik çağlarında.
Doğu’nun o güzel günleri gelip oturuyor içimize.
Yusuf Sinan yine o ilk karşılaştığımızdaki gibi doğu insanına has mahcubiyet ve masumiyetle başlıyor konuşmaya;
“Sizden sonra Merkür’de bir müddet çalıştım.” diyor.
Yanındaki eşine sevgi dolu gözlerle bakarak, “Kâbe’yi ilk gördüğümde, ‘Allah’ım bana Ayşe’yi nasib et!’ demiştim. Duam kabul oldu. Evlendik. 2001 kızımız Şeyda ile yeni mutluluklara kanatlandık.
Daha sonra değişik şehirlerde Zaman ve Samanyolu temsilciliği yaptım.
15 Temmuz tiyatrosundan sonra Kuzey Irak’a çıktım. Benden sonra eşim ve kızım da oraya geldiler.’’
“Eşime ve kızımıza kavuşmuştum ama…” diyor Yusuf Sinan “Bu defa orada da çember daralmaya başladı. Türk istihbarat görevlileri cirit atıyordu. İran üzerinden Gürcistan’a geçtik. Tam oraya alıştık derken bazı arkadaşlarımız kaçırılmaya başlayınca Türkiye ile komşu ülkelerde durmanın zor olduğunu anladık. Belarus’a geçtik. Bu arada elimizde avucumuzda ne varsa hepsi tükendi.
Belarus da bizim için hem güvenli değil hem de iş imkânı yoktu. Devlet de sosyal yardım yapmıyordu. Avrupa vizesi alarak Almanya’ya geçtik.
Bizi bir kampa yerleştirdiler.
Kızımızı her gittiğimiz ülkede kalıcı olacağız düşüncesi ile okula yazdırıyorduk. Bu uzun yolculukta tatmadığı dil kalmadı. Kuzey Irak’ta Arapça, Kürtçe; Gürcistan’da Rusça, Gürcüce; Belarus’ta Belerusça ve Rusça; Almanya’da da Almanca…
Almanya’da kaldığımız altı ay süresinde sekiz kamp değiştirdik. Yuvasız kuşlar gibiydik. Konar-göçer bir hayatımız vardı. Ömrümüzün baharında hayat bizi yormuştu. Üçümüzün de psikolojileri bozulmuştu. Tek bir odada kalıyorduk. Kaldığımız kamp çok kötü idi. Çok faklı kültürlerden insanlar vardı. Tuvaletler ve banyolar ortaktı. Bir gün kızım, ‘Baba ben tuvalete gidemiyorum. Koridoru pislemişler.’ diyerek ağlayarak geldi. Eşimin ve kızımın yaşadıkları bir eş, bir baba olarak çok zoruma gidiyordu. Meğer bunlar bizim iyi günlerimizmiş. Asıl felaket altıncı ayın sonunda geldi.
“İlticanız kabul edilmedi. Geldiğiniz ülkeye geri gönderileceksiniz.”
Bu karar bizim için tam manasıyla yıkım oldu. Yeni bir ülkeye gitmeye ne takatimiz vardı ne de imkânımız. Bu bizim kıyametimiz oldu. Yıkıldık. Çar-naçar valizleri hazırladık.
İşte o an bir mucize gerçekleşti.
Biz polisi beklerken üzerinde siyah-beyaz elbisesi bir papaz çıktı geldi. Sarışın, orta boylu, ellili yaşlarda biri.
‘Ben sizi almaya geldim.’ dedi.
Meğer bizim kardeş ailemiz olan koca yürekli Şengül Ablamız kiliseleri ayağa kaldırmış.
Evinin karşısındaki kilisenin papazına bizim durumumuzu anlatmış. O da Kiliseler Birliği’ne yazmış bizim durumumuzu.
Bizi almaya gelen papaz, birkaç saat içinde kendi arabası ile kasabasındaki bütün yönetim kurulu üyelerini dolaşarak imzalarını almış.
Çok şaşırdık.
Bir gün bir kilisenin himayesine gireceğimiz hiç aklımıza gelmezdi.
Bizim tam olarak kim olduğumuz bilmeden, kendi ülkesinde “terörist” olarak yargılanan insanları polisin elinden almak büyük cesaretti. ‘Allah’ım sahipsiz bırakmıyorsun!’ dedim.
Arabada giderken camdan dışarı bakıyorum; ağaçların, derelerin, çayların akışına eşlik ediyordu gözlerim.
‘Neden bize yardım ediyorsun?’ dedim papaza.
‘Düşünün!’ dedi. ‘Siz yolda giderken bir de baktınız biri derede boğuluyor. Siz onun dinine, rengine bakmadan kurtarırsınız. İşte ben sizin için onu yaptım. Bir gün Berlin duvarı ülkemizi ve yaşadığımız şehri ikiye bölünce bizim ailemizle, eşimin ailesi duvarın iki yanında kalmışlar. Ben şimdiki eşimle daha çocuk yaşlarda duvarın mazgallarında görüşür, buluşurduk. Biz büyüdükçe aşkımız da büyüdü. Sevgimiz karşısında duvar dize geldi ve 1989’da yıkıldı.’
“Bütün bunlar sizi de bir hayli yormuş” diyoruz Ayşe Hanım’a. “Kuzey Irak yolculuğu bizim için çok zoruydu diye başlıyor anlatmaya;
“Yanımızda bir erkek yoktu. O yolculukta kızımla yapayalnızdık. Peşmerge bölgesi neyse ama PKK bölgesinden geçerken çok korktuk. “Sizi alıkoyuyoruz.” deseler hiç kimse bir şey yapamazdı. Bizim kim olduğumuzu öğrenmelerine rağmen çok iyi davrandılar. Siz namaz kılmak istersiniz diyerek yer bile gösterdiler.”
“Kilisede kalmak sizin için zor oldu mu?” diyoruz Ayşe Hanım’a.
“İlk gece çok tedirgin olduk.” diyor. “Papaz bizi kilisenin alt katında mutfak gibi bir yere yerleştirdi. Camlarda perde yoktu. Bir şeylerle örtmeye çalıştığımız görünce papaz kendi perde getirdi.
Papazın ailesi kilisenin üst katında kalıyordu. Kızımız Şeyda’ya üst kattaki, Amerika’da okuyan oğullarının odasını verdiler.
Bana, ‘Sen örtülüsün. Bu kasabada tepki görebilirsin. Buna hazırlıklı ol.’ dedi.
‘Ben evden hiç çıkmasam da olur.’ dedim.
Bir hafta sonra ailecek gezmeye çıkardı bizi. Yolda karşılaştığımız herkesle tanıştırdı.
Yöresel yemekler yapıyordum. Papaz ve hanımı Anna yemeklerimizi çok sevdiler. Anna’ya ‘ana’ diyorduk. O da papazdı. Bazen kurabiye yapıyordum. Bir pazar günü ayine katılanlara benim kurabiyelerimi dağıttı. Sonra da bizim hikayemizi anlattı ,onlara. Ayinden sonra yanıma gelip sarılanlar, ağlayanlar oldu.
Bazı günler papaz bizi markete götürüyordu. ‘Ne istiyorsanız alın.’ diyordu. Kendisi de kasanın başında bekliyordu. Baktı ki sepet boş geliyor, ‘Bu böyle olmayacak. Ben size para vereyim siz kendiniz alın.’ dedi.
Sonra haftada 150 euro vermeye başladı.
Şengül Abla sık sık ziyaretimize geliyordu. Gelmeden önce ‘Nelere ihtiyacınız var?’ diye soruyordu. ‘Allah bana bir kız bir de erkek kardeş verdi. Ne olur çekinmeyin.’ diyordu.
Ben söylemiyordum ama o içimden geçenleri getiriyordu.
Şengül Abla geldiğinde hayatımız anlam kazanıyordu. Giderken arkasından ağlıyordum.
Bir gün papaz ağladığımı görünce, ‘Ağlama, bu ev, bu bahçe senin.’ dedi.
Günün birinde Ahmet Kaya’yı yürekten dinleyeceğim hiç aklıma gelmemişti.
‘Sen nereden bileceksin benim nasıl yandığımı’ diyorum. Evet anlamında acı bir tebessüm ediyor, Ayşe Hanım.
O ana kadar ekranda anne- babasının yanında sessizce duran Şeyda, “Papaz olayı ailemiz için bir kurtuluş oldu.” diyor. “Türkiye’de özel odam vardı. Yollarda kamplarda anne-babamla aynı odayı paylaşmıştım.
Kilisenin gençlik programlarında çalıştım. Onlara babamın hikayesini anlattım. Annesiz babasız çocukları anlattım. Koğuşta ölenleri anlattım. Parçalanan aileleri anlattım. Papaz beni dil okuluna yazdırdı. Dili daha rahat öğrenmem için bana hikayeler okuyor, benimle film izliyordu.
Ramazan gelmişti. Ama ne Ramazanın ne de sonrasında bayramın bir anlamı vardı. Gurbet ve yalnızlık bütün değerlerin ve güzelliklerin üzerini siyah bir şal gibi örtmüştü.
Her şey sadece siyahtı…
Şengül Abla geldiğinde sanki öz ablam gelmiş gibi oluyordu. Bütün renkler yeniden ortaya çıkıyordu.
O geldiğinde günlerimiz bile bayrama dönüyor, Ramazanımız, kurbanımız, bayramımız daha bir anlam kazanıyordu.’’
Yusuf Sinan tam burada söze giriyor. “Bir gün papaza dediler ki: Üç çocuğunun üçünü de okuttun, evlendirdin. Ne mutlu sana!” Şeyda’yı kast ederek, ‘Bir kızım daha var. Onu da okutup evlendireceğim.’ dedi.
İlk altı ay dolunca Dublin kalktı. Biz rahatladık.
Papaza, ‘Biz gidiyoruz. Size epeyce yük olduk.’ dedim.
‘Yok!’ dedi papaz ‘Biz sizi bırakmak istemiyoruz. Sizi çok sevdik.’ Belediye başkanına götürdü beni. ‘Bu arkadaşa bir iş verelim, bu kasabadan gitmesinler.’ dedi.
Maaşa kavuşunca bir kısmını kiliseye bağışlamak istedim, kabul etmedi.
Bir gün papaz sevgi dolu gözlerle gözlerimin derinliklerine bakarak, ‘Sizi neden bırakmıyorum, biliyor musunuz?’
‘Bilmiyoruz.’ dedim.
‘İncil’de yazıyor ki…
‘Misafirperverliği unutmayın; çünkü bazıları bilmeyerek bununla görünmeyen melekleri misafir ederler.’
‘Siz hangi bahçenin çiçeklerisiniz? Siz bu diyarlarda pek görünmeyen meleklersiniz!’
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.