“Göçtü kervan kaldık dağlar başında” ilahisinin çok hazin bir hikâyesi vardır. Osmanlı derelerden, tepelerden, vadilerden çekilen bir güneş gibi Hicaz’dan, Yemen’den, Afrika’dan, Balkanlar’dan çekilince, oralarda kalanların perişan yüreklerinden dökülen ortak bir söz vardır; “Göçtü kervan kaldık dağlar başında”
Ali Kervancı Ağabey’i kaybedince bu sözler pelesenk oluyor dilime. Turgut Özal, Balkan ülkeleri gezisinde Gül Baba dergahında bu ilahi ile karşılanıyor. Özal, yanındaki Erdoğan Tüzün Bey’e dönerek, ‘‘Göçen kervan, Osmanlı’dır.” diyor.
1997 yılı yazında Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nda göreve başlayınca Kadıköy’de bir ev kiralayarak İstanbul’a taşındık. Kadıköy’deki o evde başımıza gelmeyen kalmadı. Bir bayram günü Uşak’a giderken geçirdiğimiz ağır kazanın elbette evle bir ilgisi yoktu. Fakat bir gece vakti evimizin kurşunlanması bizi hem korkuttu hem de o evden soğuttu. 28 Şubat günleriydi. Zaten sürekli tehditler alıyorduk ama bunun evimize kadar uzanacağını hesap edememiştik.
Bir gece yatsı namazının farzına duracağımız sırada eşim, “İçimde büyük bir sıkıntı var!” diyerek balkona çıktı. O çıkınca ben de çıktım. Oğullarımız Hakan ve Süleyman da bizimle birlikteydi. Kızım Sümeyra uyuyordu. Birkaç dakika sonra salona geçip namaza durduk. Tam secdeye vardığımızda kurşunlar yağmur gibi yağmaya başladı. Secde tam siper hepimizi korumuştu. Balkona çıkmamış olsaydık belki de ayakta olacaktık.
Kızım Sümeyra uykudan uyanmış, kurşunun perdeyi havalandırmasından, pencereden biri girdi zannederek can havliyle aklı başından gitmiş gibi bağırmaya başlamıştı. Onu sakinleştirmek için bir hayli dil döktük. Kadıköy artık bizim için tekin değildi. Çamlıca’ya taşındık. Bu ne ilk ne son taşınmamızdı. Ömrümüz hep yollarda geçti. Çamlıca’daki evimizin hemen karşısında mahallelinin lezzet mekânı Şahsuvaroğlu Ev Yemekleri vardı. Seha Market, sokağın başını tutmuştu. Marketin bitişiğinde kasap Mehmet Efendi vardı. İri yarı bir adam olan Mehmet Efendi, her sabah, mezbahadan gelen birkaç gövde eti keser, biçer, doğrar, satırı bıçağı yerli yerine koyar ve dükkânın önündeki iskemlesine oturup müşterilerini beklerdi. Marketin karşı köşesinde Terzi Süleyman vardı. Saçları kar gibi beyaz olsa da yüzünün tazeliği ve güzelliği onun genç olduğunu ele veriyordu.
Evimize yüz metre kadar mesafede olan Çamlıca Camii ve Yatılı Kuran Kursu mahallenin maneviyat merkeziydi. Camiye bitişik olan yatılı kuran kursu birleşmiş milletler gibiydi, her kıtadan çocuklar vardı. Namaz vakitlerinde, cıvıl cıvıl camiyi dolduran bu rengârenk çocuklar, ulu mabede ayrı bir hava katıyordu. Caminin hemen üst tarafındaki İslami ilimler akademisi genç yeteneklerin ilim, irfan yuvası gibiydi. Mahallemizdeki bu muhteşem külliyenin banisi Ali Kervancıoğlu adında bir hayırseverdi. Mahallemizde Boğaz’a nazır Coşkun Koleji öğrencilerinin cıvıltıları, ezan sesleri, zil sesleri, Kur’an sesleri yankılanır dururdu.
Kervancı Ağabeyin evi Çamlıca Tepesi’ne doğru tırmanan dar yokuşun başındaydı. Arabaların bile zor inip çıktığı o yokuştan Üstadımız Bediüzzaman yayan Üsküdar’a gider gelirmiş. Kervancı Ağabey de o yokuştan inerek bazı vakitler camiye gelirdi. Pırıl pırıl öğrencileri görünce gözleri dolardı. Boğaz’a nazır bankların üzerine oturur uzun uzun sohbetler ederdik. Bu koca yürekli adam, Allah’ın lütuflarını, Allah’ın kullarına ulaştıran bir kervancı başı gibiydi. “Ben verdikçe Rabbim de bana verdikçe veriyor, verdikçe veriyor” diyordu.
Hayırda sınır tanımayan Kervancı Ağabey, 1950’lerde Bursa’da bir inşaatta amele olarak çalışırken birden minarelerden Arapça ezanlar yükselmeye başlayınca çok duygulanıyor ve ağlayarak; “Allah’ım! Eğer bana imkân verirsen senin için ezanların yükseldiği mabetler yapacağım.” diyor. Bu gönlü zengin insan, gün geliyor büyük bir servet sahibi oluyor. Sözünde duruyor. Servetini hayır işlerinde harcamaya başlıyor.
Hocaefendi İstanbul’daki ilk vaazını, nice hatıralarla tezyin edilmiş olan ruhaniyet dolu Yahya Efendi Dergâhı‘nda veriyor. Osmanlı donanması sefere çıkmadan önce gemiler Boğaz'da Ortaköy kıyısına yanaşır, tüm mürettebat güvertede, dikkatle karşılarındaki tepeye bakarken, donanma komutanın: "Ey ya molla! Sefere çıkıyoruz, bize dua et, bizi kolla!" çağrısı Boğaz'ın yamaçlarında yankılanırmış. Yeşillikler arasındaki tepede denizcilerin piri olarak adlandırılan Kanuni Sultan Süleyman’ın süt kardeşi Yahya Efendi görünür, ellerini havaya kaldırıp Osmanlı donanmasına dua eder, sonra da donanma Akdeniz'e doğru yol alırmış. Bu manevi önderin duası alınmadan ne Osmanlı donanması sefere ne de İstanbul'un balıkçıları ava çıkarmış. İşte bu ruhaniyet dolu dergâhta nurlu ve bereketli bir gece yaşanıyor. Bir sukut musikisi gibi duran bu zarif bina dile geliyor o gece.
Hocaefendi bir ara doğrudan Rasulullah’a sesleniyor… O gün orada olan Kervancı Ağabey, ‘‘Hocaefendi’nin, ‘Ya Rasulallah, o alnı ak atınla Arap diyarlarında dolaştığın yeter. Gel, biraz da bizi gör gözet. Biraz da Anadolu’da sür atını’ sözü beni yaktı.” diyor. O günlerde Çamlıca Camii'nin inşaatı başlıyor. Kervancı Ağabey caminin altına büyükçe bir gasilhane yaptırmak niyetindedir. İsmail Hoca, “Ali Ağabey milletin dirileri dururken ölüleri ile mi uğraşacaksın? Camin altını yurt yapalım.” diyor. “Bir düşünelim.” diyor. Bir gece rüyasında peygamberimizi görüyor... “Daha neyi düşünüyorsun? Biz Fethullah (Hoca)ya öyle talim ettirdik ki bizim at bağlayacağımız yerlere kadar…”
Muhteşem Boğaz manzarasına sahip cami projesi o rüyadan sonra Anadolu’dan ve dünyanın dört bir yanından gelecek olan öğrenci ve bilim adamlarına ev sahipliği yapacak bir külliyeye dönüşüyor. Türkiye’de yaptıkları ile yetinmeyerek yıllar sonra Güney Afrika’ya da Selimiye’nin benzeri bir külliye yaptırıyor. Hayır kervanlarının yönü Kara Kıta’ya yöneliyor. Güney Afrika’nın Ali Amcası oluyor. Yoksullukla mücadelede, sağlık hizmetlerinde canhıraşane koşturuyor.
Güney Afrika’nın özgürlük meşalesi Mandela ile dost oluyor. Eyalet Başbakanı Mokanyane ona, “Canım babam!” demekten mutluluk duyuyor; “Ali Amca Güney Afrika’ya geldi ve yoksulluk, eşitsizlik ve işsizlikle uzun mücadelemizin bir parçası oldu.” diyor. “O bana baba, ben de ona kız oldum. Sevgili eşinin, annemizin kaybı, asla iyileşemediği bir darbe oldu. Eyaletimiz Gauteng’in sakinleri Uncle Ali’siz ve onun cömertliği olmadan daha fakir olacak. Seni tanımaktan, seni anlamaktan, sana inanmaktan ve sana saygı duymaktan sonsuza kadar mutluluk duyacağım canım babam.”
Güney Afrikalı siyasetçi Johny De Lange; “Gülen’deki sihir nedir ki 78 yaşındaki adamı (Ali Kervancıoğlu) İstanbul’da, Boğaz ‘daki evinden koparıp Johannesburg’da Soweto gibi bir yeri kendisine sevdiriyor.” demesi boşuna değildir.
Kercancı Ağabeyi gören bir arkadaşımız, “birlikte sabah namazına gidiyorduk” diyor. “Son derece dinç ve sağlıklı idi. Yüzü cennet sabahları gibiydi. Ağabey sen ölmedin mi? diyorum. ‘Hayatın yükü ağır gelmeye başladı dilekçe verdim kabul edildi’ Diyor. Caminin ışıklarını kendi açıyor. Cami ışıl ışıl oluyor. Ulu mabedi dolduran nur yüzlü çocuklar ilahilerle karşılıyor. Çocukları görünce çok seviniyor. ‘Maşallah, elhamdülillah’ diyor.”
Kervancı Ağabey, Rabbiyle pazarlık edecek kadar Hak katında naz sahibi bir insandı. Çok bunaldığında, Medine’deki Ali Avni Hoca’yı arayıp “Ravza’ya git de bir arz et! O’nda(sav) bir çare vardır.” diyecek kadar Rasulullah aşkı ile dopdolu bir heyecan insanıydı.
Mütevazı ve alçak gönüllü idi. “Ben bir garip köylüyüm.” demekten zevk alırdı. Eba Eyyub El Ensari gibi bir insandı. Hocaefendi’nin ev adresi ile kendi ev adresinin aynı olmasını istemiş ve öyle de olmuştu. Bir gölge gibi bir ömür boyu Hocaefendi’yi takip etmişti. Her attığı adımı sormuş, duasını almıştı. Hacda yanında olmuştu. Suriye sınırından, dikenli yollardan geçerken bir gölge gibi Hocaefendi’yi takip etmişti.
Ali Kervancı Ağabey serveti ile İslam’a ve insanlığa çok yararlı oldu. Bu yönüyle Hazreti Osman’a benziyordu. Herkesin dağlar gibi günahlarla huzura geleceği o muhteşem günde, sırtında çil çil kubbelerle, Selimiyelerle ve hiç kimsenin bilemediği gizl-saklı yaptığı hayırlarla huzura gelecek olan bir aşk insanını kaybetmenin hüznü yüreğimizde ne derin oyuklar oluşturdu. Kalbimiz kurşun yemiş gibi delik-deşik oldu.
Tesellimiz odur ki, eşi Necla Ablamız ile birlikte yüce davamızın şahitleri olarak Kara Kıta’nın bağrında, okyanusların buluştuğu Ümit Burnu’nda, denizin dev dalgaları ile boğuşan yolculara bir ümit feneri olarak kıyamete kadar hep yol göstereceklerdir.
Bu süreçte, Mehmet Ali Şengül, Cemal Uşşak, Hasan Libas, Erdoğan Tüzün, Süleyman Çoban, Hasan Şahin, Ali Bayram, Yusuf Pekmezci, Ali Kervancı ağabeyler gibi, en azından benim yakından tanıdığım o kadar kahraman kaybettik ki, kendimi ıssız bir dağ başında bir başına kalmış biri gibi hissediyorum.
Balkan dervişlerinin söylediği o ilahinin sözleri dilime pelesenk oluyor:
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.