2015 sonbaharı… Eşimle birlikte, çölün ortasında nazlı bir nilüfer gibi duran Kabe’nin ihtişamını seyrederken yanımıza boylu-poslu, gökçek yüzlü bir genç geliyor. “Ben Necati, Necati Mert. Nüans Tur’un kutsal topraklar rehberiyim. Dilerseniz birlikte Kâbe’yi tavaf edebiliriz.” diyor. İçindeki aydınlığın billur bir pınar gibi gözlerinden taştığı gencin peşine takılıyoruz.
Onun peşinden yürürken tavafın, Safa ile Merve arasındaki yürüyüşün en ulvi lezzetlerini iliklerime kadar hissediyorum. O an bir karar veriyorum: Kutsal mekanlar mutlaka bir bilen marifeti ile gezilmeli. Neceti Mert’in kutsal mekanlarda yüreğimizi titreten o tok sesi hala kulaklarımda çınlıyor.
Birkaç gün önce bu güzel yürekli gençten aldığım; “Respect Scool’da önümüzdeki ay Hac ve Umre Okulu’muz başlıyor” mesajının çağrıştırdığı hatıralar elimden tutarak beni ipeksi bir sonbahar gecesine götürüyor.
Tüm zamanların en kutsal doğumuna sahne olan Hira Nur Dağı’nın doruklarına tırmanıyoruz. Dağların ruhu bizi çağırıyor.
Kutsal dağ, dolgun bir ay ışığının altında, efsunlu gölgelerin hükümranlığında gerçek biçimini kaybetmiş. İçe doğru derin ve hareketli. Süt buğusu mavi tüllerin arkasından etrafına pırıltılı gülücükler saçıyor. İhtişamlı kâinat senfonisini minör kıpırtılarla, ritmik hışırtılarla, usta ve uyanık çıkışlarla seslendiriyor.
Hazreti Musa Sina Dağı’nın, Hazreti İsa Zeytin Dağı’nın, Güllerin Efendisi de bütün ihtişamı ve gizemi ile başını göklere uzatmış olan bu kutsal dağın doruğunda vahye ermişti.
Hira’yı anlamak’ vahyi anlamaktı! Dağ başları kadar insanların vaveylasından uzak, Allah’a yakın neresi olabilirdi! Kırkına yaklaşmış olan Muhammedü’l-Emin’i bu sarp dağa tırmandıran, gecelerce oradan bir Mekke’ye, bir semaya, bir dünyaya, bir ukbaya baktıran saik neydi? Herkes derin uykularında iken o neden uyanıktı? Neden kendini dik yamaçlarına vuruyor, günleri bu Nur Dağı’nın doruklarında geçiyordu? Hira içimden geçenleri duymuş gibi cevap veriyor: “Yalnızlığı bağrına basması, O’nun için Yâr sohbetine vesile olması açısından önemliydi.” diyor.
Kutsal dağ, geçmişte üzerinde yaşanmışlığın kazandırdığı bir soylulukla ardı arkası kesilmeyen vahiy yağmurları gibi dile geliyor. Biz onun nur yüzünü seyrederken o da başlıyor konuşmaya: “Dağlar, gecelerde dile gelir, sırlarını geceleri açarlar bağrındakilere. İnsanı asıl etkileyen etekleri değil, dağların zirvesidir. Zirve ‘tırmanma’ demektir. Tırmanma, bir aşkınlık metaforu, bir arınma sürecidir ve sadece bedenlerin değil, ruhların da tırmanmaya ihtiyacı vardır.
Güllerin Efendisi geceleri bu zirvelerden gökyüzünü seyrederdi. Omuzlarına dökülen siyah saçları okşayan ay ışığında, yüce dağ başında yanmakta olan bir meşaleyi andırırdı. Yüzünü Kâbe’ye doğru döner, saatlerce ayakta durarak Allah’a dua ederdi.
O yıllarda dünya hiç de iç açıcı bir yer değildi. Çıldırdığı zaman dilimlerindeydi dünya. Vahşet, anarşi ve terör bütün cihanı sarmıştı. Hicaz halkı da küfür ve şirk içindeydi. Gündüzleri kölelerin gözyaşı ve kanı akıyordu. İnsanın duyarsızlığı ile perişan olan hayvanların ürpertici sesleri yırtıyordu karanlıkları. Göz gözü görmüyordu.
Güllerin Efendisi, her geldiğinde Hira’da günlerce kalıyor, insana insanca yaşama hakkının tanındığı bir dünya için yakarıyor, acz ve fakrın diliyle Rabbine iltica ediyor, bir ışık bekliyordu.
O, zifiri karanlık gecelerde, bu en sarp uçurumların başında, bir hüzün çiçeği gibi büküyordu boynunu. Zamanın ıssız dilimlerinde, günlerce bir başına kalarak bütün insanlık adına af ve inayet diliyordu.
Herkes O’nu bekliyor, O’nu arıyordu. İki dağ arasına sıkışmış şehirde yine göçler tutuluyor, denkler hazırlanıyordu. Bulutlar yağmur yüklüydü. Güllerin Efendisi, Merve’deki evinden, doruklarını içine çekmek ister gibi baktı yüce dağlara. Yaşı kırka yakındı. Dağların ruhu O’nu çağırıyordu. Ama O, her defasında beni tercih ediyordu. Yine öyle yaptı ve bana yöneldi. Çünkü ben Hira, yani ‘arayış yeri’ idim. Hükmüm ezelde verilmişti ve aranan bende bulunacaktı. Efendimizin dedesi Abdulmuttalib de bunaldığında bana gelirdi.
Allah’ın Rasulü son gelişinde günlerce kaldı.Bazı günler gider, şimdiki İcabe Mescidi’nin olduğu yerde Mekke Melikesi Hazreti Hatice ile buluşurdu. Onun getirdiği yemek ve elbiseleri alır, gelirdi. Onun buraya kadar yorulmasını istemezdi. O meleklerin imrendiği, Allah’ın selam söylediği soylu ve yüce bir kadındı.
Bazı geceler, o da kalırdı burada. Güllerin Efendisi ile aralarında yeni bir dil gelişmişti. Bu dilin harfi ve sesi yoktu. Yükseklere çıktıkça insanın gördükleri çoğalır ama konuşacakları azalır. Onlar birbirlerini konuşmadan anlayan bir çiftti. dem ile Havva’nın Cennet’te el ele ve sükûnet içinde dolandığı günlerdeki gibi üzerimde dolanıyorlardı.
Mekke Melikesi, bir balkondan bakar gibi buradan dağ eteklerine, şehre ve Kâbe’ye bakmayı seviyordu. Bulutlar nereye gidiyor, kuşlar nasıl uçuyor, dağların bağrından kaynayan billur pınarlar nereden geliyordu? Güneşi ve yıldızları göğe birer kandil gibi asan kimdi? Aramızdan bir bir ayrılan ve bir daha dönmeyenler nereye gidiyordu? ‘Beyni sorular harmanıydı.’ Buradan bakınca Kâbe, etrafında bal arılarının dolaştığı bir peteği andırıyordu.
Mehtaplı gecelerde ay, ışığı ile dünyanın en erdemli, en güzel çiftinin yüzlerini aydınlatıyordu. Ben bağrımdaki sırları fısıldardım onlara, onlar da bana yüreklerindeki hüznü dökerdi. Ben onlara envai çeşit kokular sunardım. Onlar da bana gül kokusu…
Gece ayaza kestiğinde bir örtünün altında uyurlardı. Mekke Melikesi gözünü her açtığında Muhammed’ini ay ışığında dua ederken, neredeyse yere değecek kadar yaklaşan yıldızlara bakarken görür, çoğunlukla ona iştirak etmeye çalışırdı. Günler güzelliklere gebeydi. Hayat suyu çöllerin ve dağların kılcallarında kaynamaya başlamıştı. Çiçekler damlıyordu gecenin parmaklarından. Mekke, o güne kadar kimsenin görmediği bir düşe hazırlanıyordu.
Ve bir gece… Güllerin Efendisi’nin yalnız olduğu bir gece... Havada bir olağanüstülük vardı. Muştular vardı ötelerden. Semavî taklar kurulmuştu geceye.
Melekler kafileler halinde yeryüzüne iniyordu. Üstelik o kadar çok melek, o kadar ciddi bir arzu ile iniyordu ki hep birlikte bir turnikeden geçiyorlarmış gibi bir sıkışıklık ve zorluk yaşıyorlardı. Ve bu iniş, şafak sökünceye kadar devam etti.
Vahyi bütün tazeliği ile duyabilmenin eşsiz mazhariyetine erişebilmek için etrafımdaki dağlar taşlar, kurtlar kuşlar da lâl kesilmişti. Tüm varlığın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Muhammed Aleyhisselama peygamberlik verilişinin şahitleri, insanlığa gelen müjdenin teşrifatçıları idik bizler. Yeryüzüne inen meleklerle hemdemdik. Cansız değil, pür hayattık. Şuursuz, değil şuurluyduk. Ruhlarımız vardı; görüyor ve duyuyorduk.
Bülbüllerin şakıdığı, güllerin kokularını cömertçe yaydığı, serin rüzgârların estiği bir sehere erişti vakit. Şafakların çehresi gülmeye başladı. Gözleri kamaştıran büyük bir ışık patlamasının arasından vahiy meleği Cebrail aleyhisselam gökleri dolduran heybetiyle göründü. Şelaleler gibi ışıklar dökülüyordu göklerden. Tepeden tırnağa “Nur” kesilmiştim.
Melek Cebrail’in sesi duyuldu; “İkra! (Oku)”
Dağ ve taşın, taşımaktan âciz olduğu bir sorumluluğun omuzlara konulmasıydı bu. Vazifenin büyüklüğü karşısında hissedilen ağırlık dayanılacak gibi değildi.
“Ben okuma bilmem!” dedi, Güllerin Efendisi.
Cebrail, yaklaştı ve O’nu kuvvetlice sıktı. Bu sıkma O’nu manevi âlemlere açmak içindi. Cebrail, İlahi emri tekrar etti: “Oku!”
“Ben okuma bilmem!”
Cebrail O’nu, vahyi alma kabiliyetini ateşlercesine bir daha sıktı. “Oku!” dedi.
“Ben okuma bilmem!”
Bu sözler gökleri harekete geçirdi. İlk vahiy yağmuru sağanak halinde yağmaya başladı.Hazreti İsa’dan sonra kopan bağ yeniden bağlanmış, evrenin çağlar üstü senfonisi yeniden duyulmaya başlamıştı. Bütün dağlar, taşlar, ağaçlar, ‘Selam sana yâ Rasulallah!’ sesleriyle inlemeye başladı. Neler oluyordu? Bu sesler neyin nesiydi? Dağlar taşlar nasıl konuşurdu?
Şark ufuklarından doğan dünya güneşinin seyrinden her zaman büyük lezzet alırdım. Ama bu seher vakti bağrımdan doğmuştu cihanın güneşi. Hazreti Cebrail öyle ihtişamlıydı ki… Bütün heybetiyle, sema ile arz arasını doldurmuştu. Kâinatın Efendisi ürperdi, titredi ve Mekke’ye doğru koşmaya başladı. Yanından geçtiği ağaçlar, çiçekler, taşlar O’na, ‘Es-selamü aleyke ya Rasulallah!’ diye sesleniyordu.
Çöl yağmur kokuyordu. Bir anda bütün cihanı ötelerden gelen tatlı bir tebessüm gibi yağmur serinliği kapladı.” Hira’dan ayrıldığımızda vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Ay ışığının bolca üzerine döküldüğü kutlu dağ, inenler ve tırmananları ile bir tiyatronun “hayalet karıncalar” sahnesini andırıyordu. Uzaklardan bize bakan Sevr ise dağların sırlarını denizlere taşıyan sessiz bir nehir gibi seherin esintisinde biteviye akıyordu.
Biz Hira’dan uzaklaşıyorduk ama Hira, hiç bıkmadan usanmadan kendi manifestosunu okuyordu.Ondan en son duyduğumuz söz o gün bugün hala kulaklarımda çınlıyor; “O gece, kadri yüce bir geceydi.”
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.