Arabamız, yaz yağmurlarının yıkadığı gür ormanların arasındaki ıslak yolda hızla ilerliyordu. Uzaklardan ormanların hüzünlü uğultuları duyuluyordu. Böyle günlerde insan; düşünceleri ile kararan gökler arasında sıkışıyor ve kendini hiç bahar görmeyen, soğuk güz gülleri gibi hissediyor. Tıpkı yollar, ağaçlar, yamaçlar gibi duygular da sisli ve ıslaktı. Arabamız, yeşilin her tonunun bulunduğu ormanların ortasındaki büyükçe bir binanın önünde durdu. Kuş ve çocuk cıvıltılarından oluşan bir koro karşıladı bizi. İçeri girdiğimizde bir de ne görelim: Otuz kırk kadar üniversite öğrencisi koro halinde tesbihat yapıyorlar. Herkesin tatil için bir yerlere gittiği bu mevsimde, onlar öğretmenleri ile tabiatın bu müstesna köşesinde kitap okumak için bir araya gelmişler. Sohbet sırasında anlıyorum ki bu gençler, yaşadıklarının yılgınlığına düşmemişlerdi. Ülkelerindeki zulümden kaçarak anne babalarıyla birlikte bu topraklara gelmişlerdi. Asimilasyona uğramadan bulundukları topluma faydalı birer fert olmak için çabaladıklarını görmek beni son derece sevindiriyor. Bu ıssız ormanların arasında Rablerine tam iman etmiş bu gençleri görünce “emanetin” emin ellerde olduğuna inancım artıyor. Öz güvenleri yüksekti. Bulundukları toplum içinde kendi değerlerini koruma azmindelerdi. ‘’Biz namazlarımızı bunların içinde kılarsak, şöyle düşünürler, böyle düşünürler. En iyisi, bunlar ile beraber olduğumuz zaman, namazımızı sonraya bırakalım; kılık kıyafetimiz şöyle olursa bize tavır alırlar,’’ gibi düşünceler içinde değillerdi. Kendileri ile aralarında bir benzerlik kurmuş olmalı ki gençlerden biri Kur’an Ashab-ı Kehfe, mağaraya sığınan gençler diye bahsediyor, buradaki ‘gençlik’ vurgusu nedir?” Diye sordu.
Bu soru uzun bir sohbetin kapısını araladı. “Kur’an kıssalarında hepimiz kendimize ait bir hikâye bulabiliriz.” Diye başladım anlatmaya; “Hatta bu kıssalar tamamen bizi anlatıyor da olabilir. Kur’an bizleri bu dünyada kendi hikâyemizi yazmaya çağırıyor. Çünkü herkes, arkasından bir hikâye bırakarak göçer bu dünyadan. Bizlerin de anlaşılır ve değer verilir bir öyküsü olmalıdır. En güzel hikâyeler en güzel çağlarda yazılır. En güzel çağlar da sizin çağlarınızdır. En güzel kıssa olan Yusuf kıssasının kahramanı, çocukluktan olgunluğa yürüyen bir gençtir. Sorduğunuz Kehf kıssasının kahramanları da gençlerdir. Mehlika Sultan’a âşık yedi genç gibi onlar da yedi gençti. Kral Dakyanus’un şerrinden başa çıkamadılar. Dakyanus her gün bir insanı çarmıha geriyordu. Mağaraya sığınan gençlerden bazıları sarayın prenslerindendi. Onlar da Kral’ın şerrinden emin olamadılar. Allah onları orada korudu ve yaklaşık üç yüz yıl orada kaldılar. Kur’an onları anlatırken, “Hiç şüphesiz onlar, Rablerine iman etmiş genç yiğitlerdi; biz de onların imanlarını daha da artırdık.” diyor. Ayette geçen “Feta” kelimesi genç, yiğit, delikanlı manasına geldiği gibi yine aynı kelimeden türemiş olan “Fütüvvet” ruhunu da ifade ediyor. Fethullah Gülen Hocafendi “fütüvvet”i şöyle tarif ediyor; “Tepeden tırnağa inançla dopdolu olmanın, herkese karşı güzel ahlakla davranmanın, başkaları için yaşama anlayışına kilitlenmenin, her daim vazifeye sahip çıkmanın, mukaddes değerler uğrunda her türlü fedakârlığa katlanmanın; bütün bunlar neticesinde sinesine çarpan eza ve cefalar karşısında paniklememe ve sarsılmamanın unvanı olagelmiştir.” Fütüvvet ruhu bu manaları da ifade etse de büyük davalar hep gençlerin güçlü omuzlarında yükselmiş, bundan sonra da öyle olacaktır. Sadece üç yıl peygamberlik yapan Hazreti İsa peygamber olduğunda 30 yaşındaydı. “Allah yolunda kim bana yardımcı olacak?” dediğinde, “Biz sana yardımcılarız.” diyen havarilerin hepsi gençti. Peygamberimize ilk iman edenler de hep gençlerden oluşuyordu. Akrabalarını toplayıp da “Bana kim yardımcı olacak?” dediğinde, daha on yaşındaki Hazreti Ali, “Ben, Ya Rasulallah.” demişti. Peygamber kızları olan Zeyneb, Fatıma, Rukiyye, Ümmü Gülsüm Müslüman olduklarında en büyükleri gelinlik çağındaydı. Zeyd İbni Harise Müslüman olduğunda 15 yaşındaydı. Cafer İbni Ebi Talib arkasına aldığı mazlum muhacirlerle Necaşi’nin sarayına çıktığında 18 yaşındaydı. Mute’de orduların önünde kahramanca savaşarak şehit olup çifte kanatla cennete uçtuğunda daha otuz üçündeydi. Peygamberimizin, “Bize Kur’an oku da dinleyelim.” dediği Abdullah ibni Mesud Müslüman olduğunda 16 yaşındaydı. “Her peygamberin bir havarisi vardır, bu ümmetin havarisi Zübeyr bin Avvam’dır.” dediği genç sahabe de aynı yaştaydı. Cennetle müjdelenen Abdurrahman bin Avf ve Kadisiye kahramanı Sad bin Ebi Vakkas Müslüman olduklarında 17 yaşındalardı. Medine fatihi Mus’ab Müslüman olduğunda on sekizindeydi. Hazreti Osman, Hazreti Ömer ve Suriye, Antakya, Kudüs gibi nice beldeleri İslam topraklarına katan Ubeyde Bin El Cerrah Müslüman olduklarında daha hiç biri otuzunu doldurmamıştı. Akabe tepesinde, “Bizim şehrimize, Medine’ye gel, Ya Resulallah biz seni canımızdan daha iyi koruruz.” diyen Esad ibni Zürare, kavmin en genciydi. Ukbe bin Nafi, Atlas Okyanusu’na atını sürüp, ‘’Önüme şu uçsuz bucaksız deniz çıkmasaydı adını daha ileri götürürdüm.’’ dediğinde yirmili yaşlardaydı. İspanya fatihi Tarık bin Ziyad, genç yaşta gemileri yakmıştı. Peygamberimiz, dünya tarihinin en büyük sevgi devrimini o gençlerle gerçekleştirdi. Mazlum milletlerin ufkuna bir fecir parıltısı gibi doğdular. Asya Bozkırlarına, Afrika çöllerine yıldız olup yağdılar. Hicret esnasında kırk kadar eli kılıçlı eşkıyanın Peygamberimizin evini kuşattığında, bir gül yatağına uzanır gibi ölüm yatağına uzanan Hazreti Ali daha on dokuzundaydı.
Uhud bozgununda müşrikler dalga dalga Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) siperlendiği yere doğru baskınlar düzenlerken 25 yaşındaki Hazreti Ali göğsünü siper edenlerdendi. Peygamberi siperleyen 12 sahabi arasında Zülfikâr’ın uzandığı her şeyi kesip biçiyor, yakıp kül ediyordu. İşte o anlarda yine bir müşrik grubu geliyordu ki Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Hazreti Ali’nin onlara karşı çıkmasını istedi. Biraz sonra bir başka dalga gelirken onları da Resulullah’ın emriyle dağıttı. Bu manzara karşısında Cebrail, “Ey Allah’ın Resulü! Bu size karşı yapılan bir yiğitlik ve mertliktir.” dedi. Allah’ın Resulü, “Ben Ali’denim, Ali de bendendir.” buyurdular. Cebrail, “Ben de ikinizdenim.” deyince, o an göklerden bir ses yankılandı: “La seyfe illa Zülfikar la feta illa Ali/Ali gibi genç, Zülfikar gibi kılıç yoktur.” Bu sözler, gençlik ve yiğitliğin İmam Ali’nin ulviyetinde bir bayrak gibi dalgalanacağının ve onun kıyamete kadar gelecek imanlı gençliğin rol modeli olacağının gökler tarafından tasdikiydi. Ütopya yazarlarının hayal ettiği insanlığı, boğuştuğu ölüm sularından çekip alacak olan gençler, Hazreti Ali gibi yiğitlerdir. İşte, erken dönemde Orta Asya’da, sonraki dönemlerde Anadolu’daki dergâh ve medreselerde ve ahi ocaklarında yapılmak istenen şey, Ali gibi fütüvvet ruhunu temsil eden yiğitler yetiştirmekti. Geceleri ruhban, gündüzleri küheylan gençler. Ve ahir zamanda, Anadolu insanın içindeki devi uyandıran Fethullah Gülen Hocaefendi, yeni bir dirilişi başlatmak için İzmir’e geldiğinde 27 yaşındaydı. Ege camilerinin kürsülerinden; “Genç adam, bu badirenin bahadırı sensin Yıllardır düşlerde, hayallerde beklenensin,” diye seslendi. Daha ortaokul, lise çağındaki Abdullah Aymaz, İsmail Büyükçelebi, İbrahim Kocabıyık, Mehmet Ali Şengül, Mehmet Özyurt gibi Anadolu’nun tertemiz evlatları bu sese kulak kesildiler. İnsanlar, bu genç vaizin gönüllere nüfuz eden sesine koştu. Genç vaizin şöhreti kısa zamanda çevre illere yayıldı. İzmir’deki manevi hayatın kalbi durumunda olan Kestane Pazarı, yirmi yedisindeki genç vaizle değerler üstü bir değer kazandı. Ege’nin bu güzel şehrinde, bu genç vaizle yeni bir Rönesans başladı. Yoldan geçerken onu görmek, onun selamını almak için bütün esnaflar dükkânlarının önüne çıkıyordu. Dükkânlar birbirine sesleniyordu; “Genç vaiz geçiyor.” Yeni bir dünyanın doğum sancıları içindeki İzmir’de, kalpten kalbe, evden eve kandil kandil ulanan ses ve ışık şehrayini, sıçradığı Edremit, Manisa ve çevresini bir nur beldesi haline getirdikten sonra Anadolu topraklarını bütün ihtişamıyla kuşatmaya başladı. Demirperde yıkılınca da önce Asya bozkırlarına, ardında da dünyaya dağılarak ahir zamandaki yeni dirilişe öncülük etti. Mazlum milletlerin afakına bir güneş gibi doğan bu yiğitler, ömürlerinin baharında gençlerdi. Şimdi onların kimi gurbetin kızıl ufuklarına baka baka ihtiyarladı. Kimi de Mehmet Ali Şengül, Yusuf Pekmezci, Hacı Kemal, Cemal Uşşak, Hasan Libas, Erdoğan Tüzün, Süleyman Çoban, Hasan Şahin, Ali Bayram, Ali Kervancı, Ali Açıl gibi geride bir hikâye bırakarak bu dünyadan göçüp gittiler. Kur’an kıssalarında hepimiz kendimize ait bir hikâye bulabiliriz. Hatta bu kıssalar tamamen bizi anlatıyor da olabilir. Kur’an, bizleri bu dünyada kendi hikâyemizi yazmaya çağırıyor. Çünkü herkes, arkasından bir hikâye bırakarak göçüp gider. Bizlerin de anlaşılır ve değer verilir bir öyküsü olmalıdır. En güzel hikayeler en güzel çağlarda yazılır. En güzel çağlarsa gençlik çağlarıdır. Tıpkı Kehf’in gençleri gibi…
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.