‘Karlı kayın ormanında
yürüyorum geceleyin.
Efkârlıyım, efkârlıyım,
elini ver, nerde elin?
Memleket mi, yıldızlar mı,
gençliğim mi daha uzak?
Kayınların arasında
bir pencere, sarı, sıcak.’
Sözleri Nazım Hikmet’e ait bu mısralara Zülfü Livaneli’nin can verdiği kuzey ülkelerindeyiz.
Kış yıldızları altında yolculuk yapıyoruz. Gökte yıldızlar üşüyor, yol kıyılarındaki ağaçlar üşüyor.
Buz gibi beton duvarların ardındaki bebekler üşüyor.
Yüreğimiz üşüyor.
Cemal Uşşak kardeşimi gurbette kaybettiğimiz topraklardan geçiyoruz.
Gizli gizli ağlıyorum.
Gece kimse fark etmiyor.
Biraz da kırgınım…
Neden bizi böyle bırakıp gittin diye.
Yol güzergâhında Cemal Bey kardeşimle ortak bir dosta uğruyoruz.
Son gördüğümden beri bir hayli değişmiş.
Daha bir tombul hale gelmiş, başına da haki renkli bir Mevlevi külahı takmış.
Sofilere has bir vakarla ağır ağır konuşuyor.
“Cemal abi ile burada son görüşmemizdi.” Diyor. “Harran’daki ‘Ortak Atamız Hazreti İbrahim’ toplantısı ile ilgili bir anısını anlatmıştı…
“Başında kipası ile bir haham, Balıklı Göl’ün etrafında bir Mevlevi gibi hem dönüyor hem de ‘lahlea lahlea’ diyordu. Yanına yaklaştım, ne yapıyorsun? Dedim. ‘Balıklı Gölü tavaf ediyorum, Hazreti İbrahim’in ateşe atıldığı bu yerde Hazreti Hacer gibi ‘lahlea lahlea’ diyorum.
“Lahlea” İbranicede, ‘ardına bakmadan yürü Allah bizi zayi etmeyecek’ demek.
Hazreti Hacer, insansız, ekinsiz, ıssız bir vadide kucağında bebeği ile kendini bırakıp giden kocası Hazreti İbrahim’in ardından sesleniyor.
‘Burada beni bebeğimle bırakmanı Allah mı emretti.”
“Evet”
“Öyleyse ardına bakmadan yürü git! O bizi zayi etmeyecek.”
Sürecin sembolü olan şehit öğretmen Gökhan’ımızın eşinin ve çocuklarının yakınlarda bir yerde olduğunu öğrenince yolumuzu oraya düşürüyoruz.
Bütün bedeni elemle erimiş genç kadın kanatlarının altındaki iki yavrusu ile kapıda karşılıyor bizi.
Kendisini hadiselerin yılgınlığına bırakmamış kırkında bir kadın…
Şehit Gökhan’ı konuşuyoruz…
Hizmeti lise yıllarında tanıdığını öğreniyoruz.
Yenibosna Necip Fazıl Kısakürek Lisesi’ne giderken tanışıp ilgilenen abilerine hayran kalıyor.
Üniversite sınavına gireceği yılın yazında babasından kendisini FEM Dersanesi’ne kaydettirmesini istiyor.
Ama babası kabul etmiyor. Yaz boyunca bir matbaada çalışıyor. “Tabanlarım şişene kadar matbaada çalışıp dershane parasını biriktirdim ve gidip kendimi FEM'e kaydettirdim.’’ Diye anlatıyor o günleri sevgili eşine.
Sonrasında Selçuk Üniversitesi Tarih Bölümü’nü kazanıyor. Tıpkı lisedeki abilerinin kendilerine sahip çıktığı gibi o da öğrencilere sahip çıkıyor.
Yaz tatillerinde baba ocağına pek uğramıyor. Uğradığı kısa süreli tatillerde sık sık evinin yakınındaki parka gidip, oradaki ağaçlarla, kuşlarla konuşuyor. “Neden benim annem, kardeşlerim benimle aynı duyguları paylaşmıyorlar, babam niye namaz kılmıyor” diye çok ağlıyor.
2009’un şubat ayında ömrünü verecek kadar canı gibi sevdiği Hocaefendi’yi ziyarete gidiyor.
Döndüğünde namazlarını Hocaefendi’nin hediye ettiği takke ve seccade ile kılmaya başlıyor.
17/25’ten sonraki olaylardan çok etkileniyor. Her gün bir şeyler duyuyor, kızıp köpürüp üzülerek eve geliyor.
“Bugün tutuklanan abilere sahur yaptırmamışlar, yazın sıcağında kaloriferi açmışlar, iftar olmadan önce gözlerinin önünde yemek yemişler” diyerek duyduklarını üzülerek anlatıyor evde.
Kederden omuzları çöküyor. Hemen her gün gözyaşları içinde yüksek sesle Hizbun Nasr duasını okuyor..
17/25 sonrası bir yaz Konya'ya gidiyor. Hocaefendi ve Hizmet aleyhine konuşanlara doğruları anlatmaya çalışıyor ama nafile. Bir gün Hocaefendi’ye kötü bir söz söylediklerinde “anneme küfretseniz bu kadar üzülmezdim” deyip sevgili eşine,” hemen valizleri topla İstanbul’a dönüyoruz” diyor.
Sık ettiği dualardan birisi…
“Ben küçük bir insanım. Hizmet adına ne yapabilirim ki. Onun için Allah benim ömrümden alsın Hocaefendi’ye versin”
Ve bir muhbirin ismini vermesi ile bir sabah evi basılıyor ve eşinden, evlatlarından koparılıyor.
On dört gün sonra da yapılan işkencelere daha fazla dayanamayıp hücresinde şehit düşüyor.
Şehidin eşi, “beş yıl önceki mutlu hayatımıza geri dönsek ve yolların kavşak noktasında sorsalar, ‘Hizmetsiz ama eşinizle ve çocuklarınızla birlikte bir hayat mı yaşamak istersiniz yoksa bu süreci mi?’ Diye sorsalar ben bu süreci yaşamak isterim” diyor.
Bu sözler karşısında kanım donuyor. Bu kahraman kadına gıpta ediyorum.
Kederli kadın eşi ile ilgili duygularını şehidine seslenerek dile getiriyor…
Gökhan’ım! Şehitliğin hayırlı mübarek olsun. Biliyoruz ki şehit oldun. Bu konuda o kadar çok rüyalar ve yakazalar görüldü ki; hepsinde de “sen ölmedin mi?” diyenlere “Heyet beni içerden çıkarmak için böyle bir senaryo düzenledi “ veya “benim filanca yere tayinim çıktı” diye cevaplar verdin.
Sen en büyük arzuna kavuştun. Geride iki evlat ve gözyaşı hiç dinmeyen bir eş bıraktın. Hizmet bilincini nasıl aşılarız dediğin evlatların öyle bilinçlendi ki görmelisin. Bu yaşananlar olmasaydı milyarları versek belki bu bilinçte olmayacaklardı.
Bazen onların tepkilerini ölçmek için soruyorum: “Babanızın ismini veren kişiye beddua ediyor musunuz? Diye.
“Ne şartlar altında ismini verdi bilemiyoruz ki niye beddua edelim” diyorlar.
Bazen de “keşke babanız da birilerinin ismini verseydi şimdi Silivri’de ziyaret ediyor olsaydık” dediğimde hemen tepkiyle “saçmalama anne o zaman bir başkası belki bu acıları yaşayacaktı, başka çocuklar babasız kalacak ve ağlayacaktı.“ diye cevap veriyorlar.
Elhamdülillah…
Bana gelince ben, arkasını yasladığı dağ yıkılmış ama onun maneviyatıyla ayakta durmaya, emanetlerine sahip çıkmaya, her şeyden önemlisi Hizmetle nefes almaya çalışan, sana olan aşkı, sevgisi, hayranlığı her geçen gün artan, yüreği her daim kanasa da, geceleri gözyaşları kurumasa da, boğazındaki o düğüm hiç çözülmese de çocukların yanında neşeli olmaya çalışan biriyim artık.
Kızımızın “Benim yanımda baba demeyin, arkadaşlarım babasından bahsediyor ben çok üzülüyorum, ANNE BEN BABA DEMEYİ ÖZLEDİM “ cümleleri karşısında çaresizlikten kıvranırken, gözümdeki yaşları görmesin diye başımı çevirip “ baban yanımızda zaten ama biz göremiyoruz. O bizden önce cennete gitti ki senin hayalindeki evi yapacak ve zamanı gelince biz de oraya gideceğiz.” diyorum.
O vakit kızım eliyle çenemden tutup başımı kendine doğru çevirip “sen ağladın mı anne? Ağlama.” Diyor.
Sonra birbirimize sarılıp tekrar ağlıyoruz.
Avukatla gönderdiğin son mesajı da aldım.
“Eşime onu çok sevdiğimi söyleyin “ demişsin. Ömrümde aldığım en güzel hediyeydi. Allah senden ebeden razı olsun. Ben de avukatla mesaj gönderdim. “Söyleyin biz de onu çok seviyoruz .” Ama avukat bir daha seninle görüşemedi. Mesajından iki gün sonra şehadete ulaştın. Meğer bir vedaymış o mesaj. Ben de senin el koydukları telefonuna mesaj attım. “ Biliyorum göremeyeceksin ama seni çok seviyor ve özlüyoruz “ diye yazdım. Günlerce, aylarca o mesajı mavi tık olacak mı diye tekrar tekrar kontrol ettim olmayacağını bile bile. Hala da ara ara gözümde yaş o mesaja bakıyorum ve acı bir tebessümle “ hala tek tık" diyorum.
Sana 18 yıl ve +2 yıl için, pırlanta gibi iki evlat için, eşin olduğum için, bize bu gururu yaşattığın için çok teşekkür ediyorum. Sen bizim kahramanımızsın. Biz senden razıyız inşallah sen de bizden razısındır. Allah da senden ebeden razı olsun inşallah.”
Eşinin şehide seslenişi bu sözlerle tamamlanıyor.
Odanın içi yoğun duygularla doluyor. Bir yerlerden şehit bize bakıyor.
“Lahlea” diyorum…
Ardına bakmadan yürü şehidim, Allah eşini, çocuklarını ve davanı zayi etmeyecek.
“Vakit gece karanlık,
Soğuk her yer,
Efkâr basıyor gönlümü”
Kış yıldızları altında yürüyoruz. Gökte yıldızlar, yol kıyılarındaki ağaçlar üşüyor.
Buz gibi beton duvarların ardındaki bebekler üşüyor.
Yüreğimiz üşüyor.
Cemal Uşşak kardeşimi kaybettiğimiz topraklardan geçiyoruz.