Arabamız ıslak yolda bir sevinç dalgası gibi ilerliyor.
Her bir varlıkta Miladi yılla üç ayların el ele tutuşarak yeni bir yıla girmelerinin sevinci var.
Yağmur şıpırtılarıyla, rüzgâr uğultularıyla, deniz dalgalarıyla, kuşlar kanat çırpışlarıyla kendilerince o sevince katılıyor.
Bu, kim bilir kaç asırda bir oluyordur.
Belki de bir ilktir.
Elbette 33 yıl arayla birbirlerinin yakınından geçiyor, selamlaşıyorlardı.
Lakin bu sene önce kucaklaştılar, sonra el ele tutuşarak yürüdüler yarınlara.
Arabamız tek katlı büyükçe bir evin önünde duruyor.
İçeri girdiğimizde bir de ne görelim?
Herkesin tatil için bir yerlere gittiği bu mevsimde bir grup öğrenci tabiatın bu müstesna köşesinde kitap okumak için bir araya gelmişler.
Öğrencilerle tek tek tanışıyoruz.
Başlarındaki rehber ağabeyleri bu okuma kampımızın konusu “Hocaefendi” diyor.
“Bize onu anlatır mısınız?”
“Onu anlatmak çok zor.” diyorum. ‘‘Dünyaya sığmayan hayalleri vardı onun. O bir barış, bir sevgi insanıydı. O bir sesti, buhranlar içinde bunalan dünyamıza bir nefesti.
Onun en büyük arzularından biri Doğu ile Batı’nın kucaklaşmasıydı. Yani bu kamplarda, sizin aranızda Joseflerin, Davidlerin de olmasıydı.
İnsanların kardeşçe ele tutuşarak yarınlara yürümelerini istiyordu.
1966’da İzmir’e geldiğinde daha yirmi yedisindeydi.
Asi rüzgarlar vardı İzmir’de.
Her bir şeyi kökünden sarsan rüzgarlar.
O fırtınalara direnmeyi seviyordu.
Kestanepazarı Kur’an Kursu’ndaki birkaç talebe ile başlıyor işe.
Geceleri yatakhaneleri dolaşıyor, onların üzerini örtüyor.
Kendisi, avludaki Tahta Kulübe’de yatıyor.
Yurdun yemeğinden yemiyor.
Bazı akşamlar mahalle kahvelerine sohbete gidiyor. Onlara Allah’ı, ahireti anlatıyor.
Kahve sakinleri, ‘Hocam iyi ki geldiniz. Yoksa biz bu hakikatleri nasıl duyacaktık?’ diyor.
Hafta sonları da civar ilçe ve illere gidiyor.
Aydın, Denizli, Antalya’ya kadar uzanıyor. Cumartesi bir yerde vaazını verip, geceyi yolda geçirdikten sonra ertesi gün de bir başka yerde vaaz veriyor. Hiç dinlenmeden o akşamı da yolda geçirip, pazartesi sabah da derse yetişiyor.
Ege’nin bu güzel şehrinde körpe gençlerle yeni bir diriliş başlıyor.
Gecenin en karanlığında yıldız yıldız parlamaya başlıyor ışık evleri.
Yazları kırlarda öğrencilerle kamp kuruyor.
Kampın bütün işlerini kendi görüyor. Çadırların çukurlarını kendi kazıyor, yemekleri kendi yapıyor. Bazen eline bir kepçe alarak bir kasanın üzerine oturuyor ve yemekleri kendi dağıtıyor.
Bir gün, ‘Bir avuç talebe için değer mi bu kadar zahmete?’ diyen iş adamına;
‘Geleceğin dünyasını bu çocuklar kuracak.’ diyor.
1971 Muhtırası’nda tutuklanıyor.
Narlıdere’deki Askeri Hapishane ’de yatarken solcu gençlerle tanışıyor.
‘Öyle riyasız delikanlılar gördüm ki” diyor. “Kafalarına Allah’ı koydun mu her biri bir sahabe gibi olurdu.’
Hapishaneden çıkınca gidecek yerinin olmadığını fark ediyor.
Eline tahta bavulunu alıp baba ocağı Erzurum’a dönüyor.
İçi rahat etmiyor. Ne de olsa İzmir’de birkaç senenin emeği vardır.
Geri dönüyor.
Bazı geceler odasında bir başına iken ‘Sefinem gark oldu, dert deryasına; sahra-yı sinemi, sel aldı gitti.’ diye inlese de her sabah en taze umutlarla, ‘Vira bismillah!’ diyerek yeniden başlıyor.
Büyük Üstadın dediği gibi ‘Karşımda bir yangın var. İçimde imanım yanıyor, evladım yanıyor. Duramam.’ diyor.
O yalnız günlerde ağlamadığı gün neredeyse yok gibidir. Bazı geceler, ‘Bu iş olmayacak galiba.’ diye hafakanlar basıyor. Gecenin ikisinde, üçünde dışarı çıkıp saatlerce yürüyor.
1972’de küçük bir kasabaya sürgün ediyorlar.
Bunun anlamı şudur: ‘İzmir’i terk et!’
Edremit, Manisa, Bornova derken ışık ilk doğduğu şehri bütün ihtişamıyla kuşatıyor.
Her cuma Anadolu’nun her yerinden insanlar, okyanusa kavuşmaya hasret nehirler gibi İzmir’e akmaya başlıyor.
1976’da Bozyaka’nın yamaçlarında ilk öğrenci yurdu gökten düşmüş bir yıldız gibi parlamaya başlıyor.
Hacı Kemal ‘Dünyaya açılmanın yeri, Doğu ile Batı’nın kavşak noktası olan İstanbul’dur.’ diyor.
İstanbul’daki ilk konuşmasını yüz elli kadar iş adamına bir sükût musikisi gibi duran Yahya Efendi Dergâhında yapıyor.
Bu zarif mabet o gece dile geliyor.
Bu kadim şehrin camileri, kürsüleri ses veriyor.
İstanbul evrensel mesajın dünyaya duyurulması için bir kavşak oluyor.
Avrupa, Amerika seyahatine çıkıyor. Ahirzaman insanın yaşantılarını yerinde görüyor.
Dünya kadar yer dolaşıyor.
Çan sesi, hazan sesi duyuyor ama ezan sesi duymuyor.
‘Peygamberimizi (s.a.v) çok garip hissettim.’ diyor.
1980 darbesinde duvarlara, duraklara, billboardlara teröristlerle birlikte boy boy fotoğrafları asılıyor.
Sefiller’deki Jean Valjean gibi köşe bucak aranıyor.
Darbe, istidat ve yetenekleri harekete geçiriyor
Abdullah Aymazlar, Naci Tosunlar, İsmail Büyükçelebiler, Mehmet Ali Şengüller, Mehmet Özyurtlar darbenin sarsıntısıyla Anadolu’nun aydınlık yollarına vuruyorlar kendilerini.
Anadolu’nun mümbit topraklarında yurtlar, okullar arka arkaya geliyor.
Milyonlarca imanlı nesil yetişiyor. Hizmet dünyaya yayılıyor.
Hayaller gerçek oluyor.
Ama bu kolay olmuyor.
‘Bunu bir de hasırlı odama, ıslak seccadelerime sorun!’ diyor Hocaefendi, ‘Kur’an’ıma, Cevşen’ime, yalnız gecelerime sorun. Bu dünyada herkesin Allah’tan istediği bir şey vardır. Ben iki saat deliksiz uyku istedim. İnsanlığın derdi bende uyku bırakmadı.’
Demirperde yıkılınca bu defa Anadolu’nun fedakâr insanlarına Asya bozkırlarını, Afrika çöllerini işaret ediyor.
1990’larda Anadolu insanı okullarla Asya ve Afrika baharını hazırlarken, içeride fikri ve ideolojik hareketler hala kendi eylemlerini sorgulamaktadır. Çatışma sadece meydanlarda bitmiştir. Kafalar, zihinler, beyinler, ideolojik duvarlarla örülüdür. Birilerinin çıkıp güçlü ve inandırıcı bir sesle iç barış için bir çağrıda bulunması gerekmektedir.
1994 yılında Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın kurulmasıyla Hizmet Hareketi’nin ‘Kozadan Kelebeğe’ yolculuğu başlıyor.
Hocaefendi, Mevlâna gibi herkesin elini tutmaya çalışıyor.
Her kesimden insanın katıldığı iftar sofraları, Hoşgörü Ödülleri, Bosnalı çocuklar için yapılan spor müsabakaları, Türk aydının bilgi ve birikimi olan Abant Toplantıları, Türkçe Olimpiyatları arka arkaya geliyor. Bütün ülkede barış ve sevgi rüzgarları esmeye başlıyor.
Nasıl ki bu sene asırlardan beri belki de ilk defa Miladi yılla üç aylar el ele tutuşarak, Musevilerin Hanuka Bayramı olarak adlandırdıkları ‘Işık Festivalleri’nin arasından geçerek yeni bir yıla giriyorlar.
Hocaefendi de yeni bir dünyanın temellerini her dinden, her kesimden insanlarla el ele tutuşarak attı. Ülkemizin maneviyata mesafeli aydınları, sanatçıları, yazarları ile el ele tutuştuğu gibi, Patrikler, metropolitler, Hahambaşılarla da el ele tutuşuyor. Hatta Vatikan’a kadar giderek insanlık barışı için Papa’yla el ele tutuştu.
Hocaefendinin onursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, 1996’da 3. Kuruluş yıldönümünü "Mutlu Yarınlar İçin Elele" temasıyla kutladı.
Hocaefendi o geceki konuşmasında, "Nice zamandır birbirimizle sürtüştük; ayrılmanın, çözülmenin gereği olarak bunları yaptık ama beklediğimize de ulaşamadık. Bunun sonucunda kendi cennetimizi kaybettik" dedi.
Fener Rum Patriği Bartholomeos Fethullah Gülen'le birbirlerini çok sevdiklerini belirterek, "Eminim ki, bu salonda bulunanlar bunu kıskanmıyor. Gülen, hepimiz için barışın, hoşgörünün ve yüksek ideallerin bir sembolüdür" dedi.
Unutulmaya yüz tutmuş yaz rüyaları kadar güzel o sahneler bir daha ne zaman sergilenir bilemiyorum.
Lakin bu sene içimde tarifsiz bir sevinç var.
Miladi yılbaşı ve üç aylar her otuz üç senede bir, birbirlerine oldukça yaklaşırlar, selamlaşırlar. Ama bu sene kucaklaştılar, el ele tutuşarak havai fişeklerin gökleri çiçek bahçesine döndüren gösterileri arasında Hanuka ışık festivalinin arasından geçerek yeni bir yıla birlikte girdiler.
Aydınlık bir sabaha birlikte uyandılar.
Zaman ve mekanlar insanlara bir şeyler anlatsa da asıl onları derinleştiren ve onları değerli kılan insandır. Önümüzdeki yılı ve ondan sonraki yılları da güzelleştirecek olan Fütüvvetin Nurlu Yolu’nda yürüyen sizler olacaksınız.
Zamanın el ele verdiği gibi insanlar da, mekanlar da, mabetler de el ele verebilir ve gerçek fonksiyonlarını ifa edebilirler.
Zira bütün dinler barışı, sevgiyi emreder.
Martin Luther King, dünya şifahi edebiyatının şaheserlerinden olan Washington DC’ de yüzbinlere yaptığı efsanevi konuşmasında ‘Bir hayalim var benim.’ diyor, ‘Gün gelecek, bir zamanlar köle olanların evlatlarıyla yine bir zamanlar köle sahibi olanların evlatları, Georgia’nın kızıl tepelerinde, birlikte kardeşlik sofrasına oturabilecekler…’
El ele tutuşun çocuklar… Mutlu yarınlar için tutuşun...
Kucaklaşın…
Her dinden, her ırktan insanlarla kardeşlik sofralarına birlikte oturun.
Yeni bir yılın ve ulu günlere doğru yürüyen üç ayların yolculuğunun hepimize, herkese hayırlar getirmesi dileği ile…
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.