Benim gibi köy çocuğu olanlar çok iyi bilir kuraklığın ne demek olduğunu. Boy vermemiş, bodur kalmış ekinler, yetim çocuklar gibi bükerler boyunlarını. Koca koca ağaçlar bile baygın bakar, otlar gazele döner, çobanlar çaresiz kalır ve “Ah su! Neredesin, neredesin?” diye inler dağlar taşlar. Rahmetin parmak uçları kuyular, kovalar, kırbalar, bakraçlar ve taslar tın tın öter susuzluktan.
Yüzü asık olur toprağın…
Gülmeyi çoktan unutur, çatlar yüzü, yarık yarık olur.
Susuz kalır dereler…
Dingin çeşmelerin oluklarında donar damlalar.
Toprağın yarıklarından alevler fışkırır.
Bir yalnızlık ve bir terk edilmişlik sarar her bir yanı.
Sular terk eder, sular derinlere iner, sular insanoğlundan kaçar sanki…
Günler geçer, yüzü gülmez toprağın…
Tarlalarda kurur ekinler…
Günler, aylar geçer bulutlar ağlamaz olur.
Yerkürede her bir şey bırakıp gitmiş gibi bir olur.
Yıldızlar daha uzaklara, bulutlar daha yükseklere gitmiş gibi olur.
Dağlar, ovalar daha bir yaslı durur.
Köylüler öbek öbek toplanırlar susuz çeşmelerin başında, yıkık duvarların dibinde.
“Biz neyi terk ettik. Biz neyi unuttuk da, ağlamayı unuttu bulutlar.” derler. “Sahi neden yalvarmıyoruz güneşin, bulutların, rüzgarın, semanın ve her şeyin sahibine?
Neden ısrarcı olmuyoruz? Bir gönül tutulması mı yaşıyoruz?”
Köyün bilge insanları, “Galiba topraktan önce bizim gönüllerimiz kurudu!” derler.
Neden yanımıza masum çocuklarımızı, beli bükülmüş ihtiyarlarımızı, emzikteki bebeklerimizi ve hatta hayvanlarımızı bile alarak, ‘‘Allah’ım! Bu masumlar ve dil ağız bilmedik hayvanlar hatırına!” demiyoruz derler.
Yağmur duasına çıkarlar. Küsleri barıştırırlar. Kazanlar vurulur. Açlar doyurulur.
“Bizim günahlarımız yüzünden masumları ve hayvanları cezalandırma!” diye yalvarırlar.
Sonra bulutlar ağlamaya, çeşmeler, pınarlar dereler coşmaya başlar.
Ötelerin gülücükleri gibi damlalar dökülür bulutlardan. Toprak derin bir iştahla içer suyu. Toprak suya kanar.
Yetişkin kızlar, ellerinde kırmızı testilerle köy çeşmelerine koşar.
Gün batımında sıra sıra gelirler.
Başlarında al al yazmaları, üzerlerinde allı, mavili, bindallı elbiseleriyle gelirler.
Bekleşirler, eğleşirler, şakalaşırlar.
Koca oluktan akan buz gibi suyun şırıltısında, çeşme başı muhabbeti yaparlar.
Sonra yine omuzlarında buz gibi su dolu testilerle sıra sıra tutarlar evlerinin yolunu.
Hürmete layık birini gördüklerinde yolunu kesip geçmez, beklerler.
Bir coşku sarar fukara köyü.
Biz o çocuk halimizle asıl kuraklığın insanın içinde olduğunu anlardık. Asıl kuraklığın sevgisizlik, merhametsizlik, bencillik olduğunu belletirdi büyüklerimiz.
Onun içindir ki bereketli insanlar, bereketli aylar ve mevsimler hep yağmura benzetilmiştir.
Çünkü onlar tam da insanlığın susuzluktan ölmeye yüz tuttuğu, gönüllerin alabildiğine çoraklaştığı zamanda gelirler.
Tıpkı on beş asır önce çölde kavrulmuş insanların üzerine dökülen Ramazan yağmurları gibi.
Güneşin bağrında yanan çöl gibi çoraklaşmış gönüller bir yağmur bekliyordu. Dünya buhranlar anaforunda kaynıyordu.
O yıllarda dünya hiç de iç açıcı bir yer değildi.
Yaklaşık üç bin senelik bir uygarlık geçmişine sahip olan ve iç savaşlarla yorgun olan Çin, parçalanma sürecine girmişti. Konfüçyüs düşüncesi çöküşte, Budizm ise yükselişteydi. Fakat o da Çin insanının manevi ve sosyal taleplerine gerçek bir çözüm sunamıyordu.
Hindistan da Çin gibi üç bin seneyi aşkın bir uygarlık geçmişine sahip olmakla birlikte anarşi, iç savaşlar ve sömürüye mağlup olmuş bir çöküş dönemi içindeydi.
Toplumun büyük kısmını “parya” haline getiren “kast sistemi” halka kan kusturuyordu.
İnsanlar, en yakınlarına bile alabildiğine zalim ve acımasızdı. Jal Parva ismi verilen geleneğe göre her yeni evli çift, doğan ilk çocuklarını kutsal kabul edilen Ganj sularına bırakıyordu.
Kocası ölen kadınlar, eşinin öte dünyada yalnızlık çekmemesi için kocası ile birlikte diri diri yakılıyordu.
Türkler, uçsuz bucaksız Orta Asya bozkırlarında at koşturuyordu.
Avrupa, Ortaçağ’ın en karanlık dönemlerini yaşıyordu.
Persler, ateşe tapmakla meşguldü.
Mekke halkı da küfür ve şirk içindeydi.
Geceleri, kız çocuklarının feryatları çığlıklaşıyordu kızgın çöllerde.
Gündüzleri kölelerin gözyaşı ve kanı buharlaşıyordu.
Çıldırdığı anlardan birini yaşıyordu dünya.
Vahşet, anarşi ve terör bütün cihanı sarmıştı.
Her taraf zifiri karanlıktı.
Göz gözü görmüyordu.
Diri diri toprağa gömülen çocuklar, kendi elleriyle oydukları taş ve tahta parçalarına Tanrı(!) diye tapınan zavallı insanlar, hayvan kadar bile değerleri olmayan köleler, bir avuç mutlu azınlığın lüksü için alabildiğine sömürülen koca kitleler…
Güllerin Efendisi, insanlığın düştüğü duruma çok üzülüyordu ama çaresizdi.
Gözünün değdiği her yerde, ruh dünyasını örseleyecek birçok olumsuzluk vardı.
Bütün varlıklar, bütün canlılar suya hasretti. Yağmur bekleniyordu.
Varaka bin Nevfel, Zeyd bin Amr gibi insanların gözleri, sürekli semaları süzüyor ve ufuklarda, insanlığı yeniden kurtuluşa davet edecek olan Son Nebi’yi arıyordu. Etraflarında biriken insan kitleleriyle, gelmesi gereken Kutlu Misafir’in gecikmesinden duydukları üzüntüyü paylaşıyorlardı.
Birkaçı bir araya geldiğinde, aralarındaki sohbetin vazgeçilmez konusu bu oluyordu. Şiirin diliyle O’nu seslendiriyor, buldukları her kalabalığa O’nun vuslat türküleriyle yönelip hitap ediyorlardı.
Bu erdemli insanlar, etraflarında olup bitenlerden rahatsızlık duyuyorlardı ama çözüm adına ellerinden bir şey gelmiyordu. Tek umutları vardı; yağmur yağacak ve alem yeniden can bulacaktı.
Ukaz panayırında kızıl tüylü bir deve üstünde yüz yaşını aşmış bir pir-i fani olan Kuss b. Said’e konuşuyordu:
“Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz! İbret alınız! Yaşayan ölür, ölen fena bulur! Olacak neyse olur. Yağmur yağar, otlar biter.’’
Ve bir nisan ayında beliren bulut, bir Ramazan günü, Kadir gecesinde yağmur olup yağmaya başladı.
Vareden'in adıyla insanlığa inen Nur
Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından
Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur.
Nurullah Genç’in Yağmur şiiri hiç şüphesiz son dönem Türk edebiyatının en güzel kasidelerinden biridir. Nice yollardan, nice kurak topraklardan akarak günümüze kadar gelen Fuzuli’nin Su Kasidesi’nden uzun yıllar sonra; güneşte kavrulmuş bozkır toprakları gibi yanmış gönüllerimize ansızın dökülüveren yaz yağmurları gibi geldi.
Çorak topraklar, yanmış gönüller, şiirler, kasideler yeniden bir yağmur bekliyordu. Ahir zaman insanı derin bir kuraklık içindeydi.
Tam da o günlerde Barla’nın ıssız dağlarına bir bulutun gölgesi düştü. O bulut acımasız rüzgarların önünde sağa-sola savruldu. Savrulduğu, sürgün edildiği her yerde yağmur olup yağdı. Anadolu’nun bereketli toprağı yeniden kabardı.
Sonra o gözyaşı yağmurlarını Hocaefendi devraldı.
Gözü yaşlı bir rahmet bulutu gibi önce Ege Ovası’na, sonra da bütün bir Anadolu’ya, Asya’ya, Afrika’ya yağmur olup yağdı.
“Bana denizlerden tabahhur eden bulutlardan bahsetmeyin!” dedi Hocaefendi. “Bana gönülleri ıslatacak bulutlardan bahsedin; bahsedin ki kalbim çok yaralı. Ağlayın durmadan ağlayın! Ağlayın ki gözyaşlarınız ceyhun olsun. Ondan deryalar meydana gelsin ve buharlaşsın bulutlar arş-ı Rahman’a kadar ulaşsın.
Allah sorsun bu bulutlar ne istiyor. O ses gelir benim kalbime uyanırsa, ulaşırsa başımı aşağıya doğru eğeyim ve diyeyim ki: ‘Ümmet-i Muhammed’in derdi ile ağlayan insanların gözyaşlarından meydana gelen bulutların ihtizazıdır Allah’ım!”
Bütün dünya insanlığı o yağmur serinliğini hissetti.
Araplar sonbaharda yağan yağmura Ramazan diyorlar.
Yazın tozunu toprağını silip süpürdüğü için.
Bu sene Ramazan nisan yağmurları gibi geldi.
Gönüllerimizdeki kiri-pası, tozu-toprağı silip süpürmek için, içimizdeki kuraklığı, içimizdeki sevgisizliği gidermek için geldi.
Hoş geldin ey şehr-i Ramazan, hoş geldin!
Hoş geldin baharın bereketi!
Hoş geldin çorak gönüllerimize yağan nisan yağmuru!
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.