Bu mevsim kuzey ülkelerinde geceler çok uzun oluyor.
Koyu bir karanlık basınca sanki hiç sabah olmayacak gibi geliyor insana.
Geceleri sokak lambalarının ölgün ışıkları karanlığı ve yalnızlığı iyice koyultuyor.
Rüzgârın uğultusundan başka hiçbir ses duyulmuyor.
Gündüzlerin de geceden pek farkı olmuyor. Güneş doğmuş mu doğmamış mı çoğu kere fark edilmiyor bile.
Lakin uzun kış geceleri bereketli oluyor. Bazan geceler gündüzlerden daha aydınlık oluyor.
Bol bol okuma imkânı oluyor.
Bu uzun gurbet gecelerinde başta Merhum İbrahim Canan Hoca’nın 18 ciltlik Hadis Ansiklopedisi olmak üzere pek çok kitabı okuma imkânı buldum.
2009 sonbaharında kaybettiğimiz İbrahim Canan Hoca bu muazzam eserine şu ibretli sözlerle başlıyor;
‘‘Beni bu eseri yazmaya muvaffak kıldığı için Rabbime hamd ediyor, kusurlarım için mağfiret talep ediyorum. Ya Rab, bundan sonra da Muinim ol, yardımını esirgeme, günahlarımı affet. Bu naçiz hizmetimi de kabul buyur.
Mükerrem Habibin Muhammed Mustafa (aleyhissalatu vesselam)'ın hadisine hizmet etmek gibi bir nimeti nasip ettiğin için sana nasıl hamd edeceğimi bilemiyorum...
Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur. Bir'dir, Tek'tir, ortaktan şerikten müstağnidir.
Yine şehadet ederim ki, Hz. Muhammed, O'nun mümtaz kulu ve kerim peygamberidir.
Ya Rab! Şu Habib'ine, O'nun tertemiz ailesine, seçkin ashabına ve kendisine hicretle delalet edenlere salat ve selamını bol kıl, daim kıl, nurlu ve ebedi kıl, alemler durdukça kesilmesin, sönmesin.
Ben bu şehadetimi kabirdeki suale ve her çeşit korkulu berzah ahvaline karşı hazırlamışımdır.’’
Canan Hoca bu muhteşem eserini yer yer Risale-i Nurlardan ve Fethullah Gülen Hocaefendi’nin eserlerinden alıntılarla tezyin etmiş.
Soğuk bir sonbahar günü kaybettiğimiz bu büyük alimi, Marmara İlahiyat Fakültesi Camii’nden muhteşem bir kalabalık ebediyete uğurlamıştı. Ahmet Turan Alkan o coşkulu uğurlama sahnesini;
‘‘Kimse hareket etmediği hâlde yüzlerce elin binlerce parmağından aldığı küçük dokunuşlarla tabut eller üzerinde uçar gibi, kayar gibi, yüzer gibi hareket ediyordu.’’ sözleri ile tasvir etmişti.
“Yarım asırlık dostluğumuzda ondan hiç incinmedim, onu hiç incitmedim.” diyen en yakın arkadaşı Suat Yıldırım Hoca onun arkasından. “Canan bir melekti uçtu” başlığını taşıyan o muhteşem yazısını yazmıştı.
Canan Hoca ile Suat Hoca elli yıllık arkadaştılar. Birbirinden hiç ayrılmayan çifte kumrular gibi onları hep yan yana görmeye alışmıştık.
Soğuk bir sonbahar günü Canan Hoca sonsuz ufuklara doğru uçup gidince Suat Hoca yalnız başına murakabeye dalmış kumru gibi kalakalmıştı.
Cumhurbaşkanlarının, başbakanların, bakanların, büyükşehir belediye başkanlarının taziyeler yayınladığı, tabutuna omuz verdiği bu büyük alimin eserini soğuk kış gecelerinde okurken, karanlıkların, rüzgarların, sayfaların, satırların arasından gül kokuları geliyordu.
Geceler boyunca Gül Devri’nin sokaklarında, Safa tepelerinde, Ka’be’nin hariminde, Ebu Kubeys Dağı’nın eteklerinde, Medine sokaklarında, Mescid-i Nebevi’de, Cennet Bahçesi’nde, Uhud’da, Okçular Tepesi’nde, daha bir çok mekanda, sahabeler arasında dolaştım durdum.
Dağlar arasındaki köyde çocukluğumun uzun kış geceleri de öyle değil miydi?
Rahmetli babam, ağabeyimle benim elinden tutar evimizin hemen arkasındaki Derviş Odası’na götürürdü.
Derviş Odası’nda yaşadığım anıları gurbette yeniden yaşadım.
O günlerde daha çocuktum ve köyümdeydim.
Şimdi ise gurbetteyim ve yaşım da bir hayli ilerledi.
Derviş Odası bir kartal gibi tepeden bakardı köye.
Lakin mekanlar da tıpkı insanlar gibi; doğuyorlar, belli bir süre yaşıyorlar, sonra ölüyorlar. Ama sadece bazı mekanlar ve bazı insanlar öldükten sonra da yaşamaya devam ediyorlar. Derviş Odası onlardan biridir.
O oda özellikle kış gecelerinde bir köy akademisi gibi çalışırdı. Uzun gecelerde, sobanın tutturduğu alev musikisi eşliğinde; yağan yağmurun şıpıltıları, akan derelerin çağıltıları, kurbağaların insanlara iştirak etmek istercesine feryatları arasında yapılan sohbetler, ruh ve zihnin ortak şölenine dönerdi.
Kış geceleri, Mızraklı İlmihal, Muhammedi'ye, Ahmediye gibi bir zamanların en revaçta kitapları buralarda okunur, Hazreti Ali’nin kahramanlıklarını anlatan “Hayber Kalesi”, “Kan Kalesi”, “Hikâye-i Kesikbaş”, “Zaloğlu Rüstem” gibi hikayeler buralarda dinlenirdi.
Sayfaların, satırların, karların karanlıkların arasından Hazreti Aliler, Ömerler, Osmanlar, Hamzalar, Hüseyinler gibi Gül Devri’nin nice kahramanları bir bir çıkar gelirdi.
Yarım asır sonra uzun kış gecelerinde gurbette çocukluğumdaki o günleri yeniden yaşadım. Neylersin ki her şeyin bir sonu var.
Satırlar, sayfalar, ciltler bir bir bitti.
Son cildin son sayfasına geldiğimde içime bir hüzün çöktü.
“Gidiyorlar.” dedim.
Geceler gündüzler boyunca beraber olduğumuz o güzel insanlar gidiyorlar.
Başta, “Size aydınlık geceler ve gündüzler bırakıyorum.” diyen Kutlu Nebi olmak üzere; “Malım da canım da zaten sizin değil mi ya Rasulallah?” diyen Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler, Hamzalar, Musablar, Aişe Analar, Afra Hatunlar, Nesibelerle yaptığımız yolculuğumuz son buldu.
Hakikaten geceleri, gündüz kadar aydın insanlarmış.
Onlarla olmak benim için büyük bir saadetti.
Ama bitti.
İçime bir hüzün çöktü.
Çocukluğumda da öyle olurdu.
Uzun kış geceleri bitip de Derviş Odası’nın ışıkları bütün bütün sönünce içime bir hüzün çökerdi.
Sanki karanlık bir gecede ıssız dağ başında tek başıma kalmışım gibi hissederdim kendimi.
Merhum Haydar Hatipoğlu son devrin büyük alimlerinden biriydi. Kütüb-ü Sitte’den İbn-i Mace’nin tercüme ve şerhini yapmıştı.
Uşak’ta müftülük yaptığı yıllarda kısa bir süre de olsa bu müstesna insanla çalışmak nasip oldu.
Cidden heybetli bir insandı. İlmin vakarını bir sorguç gibi üzerinde taşırdı.
Peygamber aşığı idi. Ulu Cami’deki her vaazında peygamberimizden ve sahabelerden örnekler verir ve ağlardı.
Oğlu Nihat Hatipoğlu onu anlatırken, “O, hep Medineliydi.” diyor. “O hep Ravza-yı Mutahhara’nın oralardaydı. Yatarken, yemek yerken, kürsüdeyken, kitap okurken hep Ravza’daydı. Allah da şahittir ki Hz Muhammed(s.a.s.) adını kullandığı her seferinde boğazı düğümlenirdi. Efendimiz’in adını rahat kullanamaz mutlaka ağlardı. Gece yarıları kalkar, namaz kılar, Resulullah’a aşkını ilan eden kasideler okurdu. Sabahları seccadesine elimi sürdüğümde secde yeri hala ıslak olurdu. Kitap odasında önüne birkaç kitabı açar notlar alırdı. Kitap üzerinde veya herhangi bir münasebetle Resulullah’ın adını andığında dudakları büzülüp sakalından aşağı yaşlar boşalırdı. Gördüğü kim olursa olsun yüzüne tebessüm ederdi. Evden çıkmadan önce mutlaka kuşluk namazı kılardı. Kur’an okuduğunda bazı ayetleri dönüp-dönüp okur ve yüksek sesle ağlardı.
Bir yazsısında babasına sesleniyor;
“Cennetmekan babam, seni hatırlıyorum! İbn-i Mace’yi şerhediyordun. Resulullah’ın vefatı bölümünü bir ayda bitirebilmiştin. ‘Resulullah’ın eli yana düştü..’ diyordun, sonra ağlıyordun. Bir saat sürüyordu ağlaman. ‘Git, bugün daha yazamayız.’ diyordun. Katibin olan ben ve kardeşim kalkıyorduk. İkinci gün oturuyorduk. ‘Ve Resulullah’ın ateşi yükseldi.’ diyordun, sonra yine hüngür hüngür ağlıyordun. Sanki o an oradaymışsın gibi. Resulullah’ın vefatını nasıl yazdığımızı bir Allah, bir sen, ben ve kardeşim biliriz.
İbn-i Mace’nin tercümesini bitirdiğinde sen odanda hüngür hüngür ağlıyordun. Neden ağladığını annemize sorduğumuzda: ‘Babanız diyor ki; ‘Hanım şimdi ben ne yapacağım? Çünkü ben her gece Hz. Rasulullah (sav) ile beraberdim.
Şimdi nasıl ağlamayayım?”
Bu mevsim kuzey ülkelerinde geceler çok uzun oluyor.
Karanlık basınca sanki hiç sabah olmayacak gibi geliyor insana.
Sokak lambalarının ölgün ışıkları karanlığı ve yalnızlığı iyice koyultuyor.
Gurbet rüzgarlarının sabaha dek süren ağıtından başka bir şey duyulmuyor.
Sabaha değin havar türküsü gibi ağıtlaşan rüzgar,“bereketli uzun kış geceleri son buluyor.
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.