Yaratılıştan getirilen sâf ve temiz fıtratın, İslam dininin kurallarına uyarak şuurlu bir biçimde sürdürülebilir hale getirilmesine ahlak denmektedir. İyiye de kötüye de meyyal olarak dünyaya gelen insan, her şey olmaya müsaittir. İlâhî dinlerin gönderiliş sebebi; insanın iyi taraflarını öne çıkartıp, kötülüklerden korunmasını sağlama maksadına yöneliktir. Allah’ın gönderdiği bütün peygamberlerin birer ahlak abidesi olarak yaşayıp ümmetlerine örnek olmalarının altında yatan gerçek de budur.
Mekârim-i ahlâkı en üst düzeyde ancak peygamberler temsil etmişlerdir. Çünkü onların Mürebbi’leri Allah’tır. Başka türlü; put ustası Azer’in oğlu olan İbrahim’den Allah dostu Hz. İbrahim (as), Firavun’un sarayında gençliğini geçiren Musa’dan da ulü’l-azm peygamberlerden biri olan Hz. Musa ( as ) olamazdı. Hele cahiliyet döneminde yetim ve öksüz yetişen Efendimiz( sav ) de ‘’Muhakkak sen yüce bir ahlak üzeresin’’ (Kalem, 68/4) ilâhî hitabına mazhar olamazdı. Aynı zamanda, yeryüzünde en kaliteli ve ahlaklı kuşakları da her zaman peygamberler yetiştirmeye, Allah’ın izni ile, muvaffak olmuşlardır. En olumsuz çevre şartlarında yaşayan topluluklarda bile, peygamberlere muhatap olan talihli insanlardaki iyiye doğru ahlâkî değişimler bunun en açık ispatıdır. Bu konuda; Hz. Cafer-i Tayyar’ın Necaşi’ye karşı hitabındaki ifadeleri ile Hz. Ömer’in ( ra ) itirafları çok çarpıcı beyanlardır. Her ikisi de; ‘Bizler cahiliye döneminde şöyle böyle iken, İslam dini sayesinde şimdi bu konumdayız.’ demişlerdir.
Beşerde bu ahlâkî gelişim ve iyiye doğru değişimin fizikî şartlarını ve merhalelerini sıralarken; aile ortamını başta saymamız gerekir. Ardından eğitim ve öğretim sürecini ve nihayet çevre şartlarını dikkate almak gerekmektedir. Şartların hepsi olumsuz olsa bile, bu kuralın istisnası peygamberlerdir. Onlar mevcut şartlara göre değil, Müsebbib-ül Esbab olan Allah’ın elçileri olmaları itibariyle kurallar üstü bir nizama tabidirler. Çünkü; sıdk, emanet, ismet ve fetanet onların ortak vasıfları, tebliğ de ortak vazifeleri idi. Bu ilâhî altyapıları onların tebliğ, temsil ve irşad görevlerini ifa edebilmelerinin olmazsa olmaz şartıdır. Efendimiz (sav), Ashabının bununla ilgili sordukları bir soruya karşılık; ’’ Beni Rabbim terbiye etti de, benim terbiyem ondan dolayı güzel oldu.’’ (Keşf’l-hafâ, 1/72 ) cevabını vermiştir. Efendimiz’i (sav ) hayatta iken görememiş fakat güzel ahlakını duymuş Tabiinden gençler ise bu soruyu Hz. Aişe Validemize sorduklarında ‘’Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz? O’nun ahlakı Kur’andı.’’ diye cevap verdi. (Müslim) Efendimiz( sav ) ruhunun ufkuna yürürken, geride ümmetine emanet olarak bıraktığı Kur’an ve Sünnet, peygamberânî bir ahlakın temellerini barındırıyor ve Ashab Efendilerimiz de o ahlakı yaşanır halde tutuyorlardı. İslam dininin getirdiği ahlak sistemi kıyamete kadar yaşayacak ve onu yaşatacak kaliteli müminler de her zaman bulunacaktır. Bunda hiç şüphe yoktur.
Her ne kadar insanlar farklı analardan dünyaya gelse ve farklı yüz hatlarına sahip olsalar da alacakları ortak terbiye onları davranış birlikteliğine kavuşturur. Ayrı coğrafyaların ayrı renkli insanları olsalar da bu değişmez. Çünkü terbiye ruha işlenen bir güzellik olup, fizikî farklılıklardan etkilenmez. Evrensel bir din olan İslamiyet’in farklı coğrafyalarda yetiştirip terbiye ettiği müslümanlara bakıldığında; kadın-erkek iyi yetişmiş her müslümanın, İslam’ın ortak ahlak değerlerine sahip olduğu gerçeği sosyologlar ve ahlakçılarca da desteklenmektedir. İnsanın vücudu, çocukluktan ihtiyarlığa doğru değişiklikler gösterdiği gibi, ruh dünyasında da bir takım iyiye veya kötüye doğru değişikliklerin yaşanması normaldir. Ahlak, bu değişimin müsbet olanı ile ilgilenmektedir. Onu da üç merhalede ele almak gerekir.
1-AİLE OCAĞINDAN ELDE EDİLEN AHLAK
İnsanın dünyaya geldiği ve ilk yıllarını geçirdiği aile ortamı onun ilk talimgâhı olması itibariyle çok önemlidir. Her şeyi ile ana ve babasına emanet edilmiş bir yavrunun terbiyesi ve yüksek ahlakî değerlerle büyümesi onların sorumluluğundadır. Çocuklarına helal rızık temininden tâ ahiret saadetlerine kadar evlatlarının; dünyaları kadar ahiretlerini dert edinen bir ana-baba çocuğuna bırakabileceği en büyük ve değerli mirasın güzel ahlâk olduğunun şuurunda olarak hareket etmelidir. Ahlâk prensiplerine değer veren ve hayatlarında yaşayan bir ailede doğmak, bir çocuk için elbette büyük bir talihliliktir. Ancak; bu hayat boyu ahlaklı olarak yaşamanın teminatı değildir. Aile ortamından sonraki merhalelerde korunup geliştirilmesi gerekenlerin tam tersine zayi edilmesi durumunda, insanların ne hallere düştüklerini, inançlı ana-babaların evlatlarının ahlâkî hiçbir değer taşımadıkları az da olsa müşahede edilmiştir. Ana-baba olmak çok şerefli bir konum olmakla birlikte yüksek sorumluluk taşıyan bir durumdur da. Evlatlarından dolayı dünyada mahcup olmanın yanında ahirette mahcup olmak da ana-babayı dilhûn edecek konular arasındadır. ( Abese, 80/34,35,36)
2- EĞİTİM KADEMELERİNDEN ELDE EDİLEN AHLAK
Ahlâk değerlerinin eğitiminde, çocuğun hayatına aile ile birlikte ikinci sırada eğitim kurumları girmekte ve terbiye de çeşitlenmektedir. Eğer bu iki kurum aynı kaynaktan besleniyor ve aynı sorumluluk duygularını paylaşıyorlarsa; yani öğretmen ana-baba kadar, ana-baba da öğretmen kadar emanetlere sahip çıkıyor ve yaşantıları ile örnek oluyorlarsa bu iki kurum görevlerini tam anlamı ile ifa ediyor demektir. Bu nitelikli dayanışmadan çok güzel sonuçların çıkması beklenir. Bunun aksi ise büyük bir fecaat ve nesiller adına büyük bir yıkımdır. Eğer aileden alınan doğrular eğitim kurumlarındaki yanlışlarla yer değiştiriyor ve dinden kaynaklanan ahlak kuralları istihfaf edilip modernizme kurban ediliyorsa; bu çatışma ortamında ahlak sağlığı asla korunamaz. Milletimiz Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte yaşadığı bu feci travmayı henüz bütünüyle atlatmış sayılmaz. Hatta inanç ve ahlak konularında aile ile eğitim kurumlarının çakışması pek çok gencin dünyasını da ukbasını da karartmıştır. Bu ise bir milletin en büyük kaybı sayılmalıdır.
3- ÇEVREDEN ELDE EDİLEN AHLAK
İnsanın yaşadığı ortam, ahlak açısından çok şeyler almaya da vermeye de müsait olan bir çevredir. Aile çevresinden, arkadaş ve iş çevrelerine kadar bu etkileşim ahlakî yapıya da tesir etmektedir. Buna; okunan kitaplar, izlenilen tv kanalları ve sanal alem dahil edildiği zaman konunun boyutları uluslararası nitelik kazanmaktadır. Günümüzde gelişen kitle iletişim araçları ile bu durum kontrol edilemez bir hale gelmiştir. Artık eskiden olduğu gibi, şimdiki insanın çevresi sadece fizikî ortamdan ibaret değildir. Hatta sanal dünyanın genişliği insanın fizikî çevresini daracık hale sokmuştur, denilebilir. Aynı ortamı paylaşan dostlar bile, artık kendi aralarında tatlı tatlı sohbet etmek yerine; ya açık olan bir tv programını sessizce izlemeyi veya kendi akıllı telefonu ile dünyayı takip etmeyi yeğlemektedir.
Bu çevre; eğer ahlakî değerlerin paylaşımında kullanılabilse, sohbet-i canana fırsat verilip kitap müzakerelerine zemin oluştursa, arkadaşlıklar candan olabilse… Böyle bir proje insanlığın yeniden dirilmesine çok ciddi katkı sağlayabilir. Hatta insan ailesinden ve eğitim süreçlerinden bir güzellik alamadan gelip böyle bir kaliteli hizmet çevresine katılsa, dünya ve ahiret hayatını düzene koyacak prensipleri bu ortamdan elde edebilir.
Hizmet, aynı zamanda bir ıslah hareketi olması itibariyle, bozulan aile ortamını yeniden ıslah edip düzeltmeye, değerlerini inkâr eden eğitim süreçlerini ilim ve irfan kurumlarına dönüştürmeye ve nihayet çevreyi de insanın kalp ve kafasını zindeleştiren bir ortama dönüştürmeye muvaffak olmuştur. Bu doğru projeyi, dünyanın farklı coğrafyalarındaki farklı milletlerin evlatlarına da uygulayan Hizmet Hareketi’nin fedakâr ruhlu insanları, insan ahlakının sükût ettiği bir dünyada, karınca ezmez efendilerin yetişmesine vesile olmuştur. Önce insanın yaşayacağı ortamı kötülüklerden arındırmak, ardından güzelliklerin yeşereceği vasatı nezih tutmak sureti ile yeni neslin yetiştirilmesi ile Hizmet Hareketi insanlığa en büyük katkıyı sağlamıştır.
Hâsılı; mümin için ahlak çok elzem bir vasıf olduğundan; başta iman, ardından amel ve nihayetinde güzel ahlakın oluştuğu hayat, gerçek müminin hayatıdır. Bu unsurlar birbirlerinin lâzım-ı gayr-i mufarıklarıdırlar. Bizim dünyamızda bu unsurlar birbirlerinden asla ayrılamazlar. Zira imanın olmadığı yerde nasıl amel olmazsa, amel-i salihin olmadığı yerde ve kişide de asla mekârim-i ahlak olamaz. İnsanların bazı iyi huyları olabilir. Hatta bazı milletlerin kanun korkusundan dolayı iyi görüntüleri de olabilir. Bunların hiçbirisi bizim ahlak anlayışımıza denk olamaz. Herhangi bir davranışın ahiret boyutu yoksa, o davranış biçimi ahlakî sayılmamaktadır. Çünkü ahlâk, peygamberânî bir tavrın adıdır. Peygamberin yolunda ve izinde olmayanlarda böyle bir haslet ortaya çıkmaz. Vesselam.
Dr. Hüseyin Kara