İmanın insana kazandırdığı manevî güç ve kuvvet başka hiçbir unsurda bulunmaz. Mümin, Allah’tan başkasından korkmayışını; güç yetmez ve takat yetişmez olaylar karşısında pes etmeyeşini, şüphesiz, sahip olduğu imanının gücünden devşirmektedir. Allah ile irtibatı sağlam olan kullar kesin olarak bilir ve inanırlar ki; Kâinatın Sahibi’nin emri ve izni olmadan, değil insanın toprağa düşmesi, ağaçtaki kuru yapraklar bile yere düşemezler. Kuluna verdiği emanet ömür sermayesini dünyada tüketmeden, onun ömrünü bitirip ecelini yakınlaştıracak hiçbir gücün olamayacağını, kendisinin varlığı kadar net bilen ve öyle olduğuna da inanan bir mümin, Allah’tan başkasından niye korksun ki! Çünkü, Halık’tan gereği gibi korkanın, mahluktan korkmasına gerek kalmaz. Mümin, korku mefhumunu yerli yerinde kullandığından, Allah’tan başkası için kullanılacak başka bir korku onun kalbinde asla barınmaz. Zaten, bir kalpte iki korku hakikat manasıyla olamaz.
Enbiya-yı kiramın, kendilerinde bulunan yüksek iman gücünün bir tezahürü olarak, hayatlarında karşılaştıkları bela ve musibetlerin planlayıcılarından çekinip korktuklarına şahit olunmaz. Onların düşmanlarında fizikî güç çok fazla olsa da, asıl gerçek gücün Allah’a ait olduğunu en iyi enbiya-yı kiram bilmekteydi. Nemrut ve avaneleri tarafından ateşe atılan Hz. İbrahim’in (as), Nemrut’tan korkmak şöyle dursun, kendisi için yakılan ateşten bile korkmadığını bize Kur’an söylüyor. ( Enbiya, 21/67-70) Hatta bir rivayette; yardıma gelen meleklere bile Allah’ın halili olan Hz. İbrahim’in verdiği cevap, imanın gücünün insana nasıl bir korkusuzluk ve Allah’a tevekkül sağladığının en büyük şahididir. ‘Şu anda ne durumda olduğumu Allah görüyor ya, kâfi’, dedi. Gelen melekler Hz.Adem’e (as) niçin secde etmekle emrolunduklarını bu cevaptan bir kez daha anlamış oldular. (Bakara,2/34)
Firavun ile Hz. Musa (as) arasındaki kovalamacanın en kritik yerinde, ‘‘ Tam da yakalandık, diyenlere karşı; o korkusuz Nebi, hayır asla Rabbim benimle birliktedir. O bana bir yol gösterecektir.’’ (Şuara,26/61-62 ) diye söylemesi onun firavun ve ordusundan değil de, sadece Allah’tan korktuğunun haykırılışıdır. Allah’tan gereği gibi korkmayan ama mahlukatın her çeşidinden korkmakla hayatlarını zehire çeviren bu zavallıların huzurları asla olmaz. Korkacak o kadar çok şeyleri vardır ki, saymakla bitmez. Hasta olmaktan, rızıksız kalmaktan, gücünü kaybetmekten ve nihayet ölmekten tir tir titrerler. Halbuki bu sayılanların hiçbirisinin gerçek sahibi insanın kendisi de bir başkası da değilken, bunların elden gitmesinden korkmasını başka türlü kim, nasıl izah edebilir?
İnsanlığın Fahri Efendimiz (sav) her konuda zirve olduğu gibi Allah’tan korkma konusunda da başı çekmekte ve şöyle buyurmaktadır. ‘‘İçinizde Allah’ı en iyi bileninizim ve O’ndan en çok korkanınızım.’’ (Buharî- Müslim) Allah’tan gereği gibi korkmanın ön şartı Allah’ı bilmeye, yani marifetullaha bağlı olması gayet tabiidir. ‘‘Allah’tan en çok alimler korkar.’’ (Fatır, 35/28) ayeti bu hükmü doğrulamaktadır. Allah’ı (cc) bütün esma ve sıfatlarıyla tanıyan bir müminin kalbi haşyetle dolduktan sonra, fani dünyada korkulacak hangi güç kalır ki! Sahabe efendilerimiz, ‘‘Savaşın en kızıştığı zamanlarda bizler Efendimiz’in yakınına sokulur ve O’ndan cesaret alırdık.’ diyorlar. Efendimiz’in (sav) korkusuzluğu, haşa, içi boş bir pehlivan korkusuzluğu değil, ‘La havle vela kuvvete illa billah’ ın sırrına vakıf olmanın getirdiği ve Allah’ın O’nun ruhuna yerleştirdiği bir korkusuzluktur. Bazan tek başına düşman saflarına hücuma geçmesi bunun en bariz örneğidir. O’nun (sav) mahlukattan korkmadığı gibi, yakınında bulunanlara da cesaret verdiğini Sevr Sultanlığı’nda iken yol arkadaşı Hz. Ebubekir’e (ra) söylediği sözü Kur’an şöyle beyan buyurmaktadır. ‘‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir.’’ (Tevbe,9/40)
Peygamber terbiyesinde yetişmiş olan talihli kullar da sadece Allah’tan korkup, masivadan korku ve endişe duymamayı hayatlarında önemli bir düstur haline getirmişlerdir. Ashab efendilerimizin müşriklerle yaptıkları savaşlarda her zaman fizikî güç üstünlüğü karşı tarafta olmasına rağmen, hiçbir vakit korkuya kapılmamışlardır. Kur’an onların bu korkusuz duruşlarını anlatırken ‘‘ Onlar öyle kimselerdi ki halk kendilerine: ‘Düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu hazırladılar, aman onlardan kendinizi koruyun.’ dediklerinde, bu tehdit onların imanlarını artırmış ve ‘Hasbunallahu ve ni’mel vekil’ Allah bize yeter, O ne güzel vekildir, demişlerdir.’’ (Al-i İmran, 3/173) Kendilerine iman nasip olmayan insanlar, yaşamak ve hayattan kâm almak için savaşırken, sadece Allah’tan korkan müminler ise, savaşta şehit veya gazi olmayı ve öylece Allah’ın huzuruna varmayı istemektedir. Birisi ölüme gülerek ve koşarak giderken, ötekinin de ölmemek için her türlü yola başvurması normaldir. Çünkü birisinde Allah’ın hoşnutluğunu kaybetme, ötekisinde ise dünyayı kaybetme korkusu vardır.
Allah dostu olan büyük insanlarda haşyet duygusu hepsinin ortak paydasıdır. Halktan gelen eza ve cefa karşısında daima sığındıkları kale ‘ hasbunallahu ve ni’mel vekil’ kale-yi kudsiyesi olmuştur. Fizikî olarak onlara kötülük yapanların arkasında kaderin hükmünü çok net olarak müşahede eden bu yüce kametler, maruz kaldıkları bu sıkıntılardan sonra kime sığınacaklarını da çok iyi bilmektedirler. Şimdiye kadar o muhkem kaleye sığınıp da kurtulmayan olmamıştır. Bu büyük kametlerin, Kâinatın Sahibi ile kurdukları kavi irtibatları sayesinde başlarına ne çeşit bela ve musibet gelirse gelsin, hatırladıkları ilk cümle ‘hasbunallahu ve ni’mel vekil’olmuştur.
Müminleri Rabbanîliğe sevk eden Allah’tan haşyet etme duygusudur. Bu aynı zamanda iyi bir koruma kalkanıdır da. Onların laubaliliğe ve çakırkeyifliğe düşmesini engelleyen, heva ve hevese kapılmalarının önüne geçen haşyet duygusu ve halidir. Müheymin ve Rakîb olan Allah’ın daima denetim ve gözetimi altında olduğunu hisseden müminin, başı sıkıştığında yardıma çağıracağı elbette Allah’tan başkası olamaz. Sabah ve akşam yedişer defa okunması tavsiye edilen ‘Hasbiyellahu la ilâhe illahu, aleyhi tevekkeltü ve huve Rabb’ul arşil azim’ ayetinin ifade ettiği engin mâna, müminin ruh dünyasının doymasına yetmektedir. İnsanlar bütün bütün desteklerini çekseler de Arş-ı Azam’ın Rabbi olan ve O’ndan başka ilah olmayan Allah’a tevekkül edilip dayanılmasını ihtiva eden bu beyan-ı sübhaniyi söylemesini Allah, peygamberine emrediyor. (Tevbe, 9/129)
Kullarını dertlerinden kurtaracak ve onları sahil-i selamete çıkaracak sonsuz güç ve kuvvetin sahibi olan Allah kuluna kâfidir. Çünkü; Allah, sebeplerin tamamen bittiği yerde bile Müsebbibul Esbab olarak umulmadık yer ve zamanda kapılar açar ve kullarının imdadına yetişir. Şimdiye kadar pek çok defa yetiştiği gibi. Allah bu yardımı şart-ı adî olarak müminin haşyetine ve takvasına bağlamaktadır. ‘‘Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a güvenirse O, ona yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur. ’’ (Talak, 65/2-3)
Yukarıda bahse konu olarak kaydedilen ayet ve hadisleri, bu süreci ister hapiste, ister gaybubette veya muhacerette yaşasın, Hizmet Hareketi mensuplarının çekmekte oldukları zorluk, sıkıntı, dert ve kederleri daha kolay atlatmalarına yardımcı olan birer ilahî müjde ve rahatlama vesilesi olarak görmek gerekir. Dolayısıyla kadın-erkek herkes fert olarak hasbiyellah..., şahs-ı manevi olarak külli bir ağızla hasbunallahu ve ni’me’l vekil...demek suretiyle kal’a-yı kudsiyeye sığınmak en muhkem bir iltica olacaktır.
On Birinci Lem’a’da, Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu yolu tavsiye ederken şöyle buyurmaktadır. ‘Hem ben şahsımda bilmüşahede ve zevken, belki bin tecrübatım var ki, mesail-i şeriatla sünnet-i seniyye düsturları, emraz-ı ruhaniyede ve akliyede, hususen emraz-ı içtimaiyede gayet nâfi birer devadır bildiğimi ve onların yerini başka felsefî ve hikmetli meselelerin tutamadığını, bilmüşahede kendim hissettiğimi ve başkalarına da bir derece risalelerde ihsas ettiğimi ilân ediyorum.’ Yani; bela ve musibetlerin en ağır olanlarına maruz kalan müminlerin izleyecekleri tek yol, Allah’a sığınmak ve O’nun himayesine girmektir. Ancak böylece yüklerini hafifletir ve yüreklerini serinletebilirler.
‘‘ALLAH BİZE YETER, O NE GÜZEL VEKİLDİR.’’
Dr. Hüseyin Kara