İnsanın üzerindeki hakların en büyüğü, şüphesiz, Allah’a aittir. Onu yoktan var edip hayat boyu pek çok nimetlerle besleyen O’dur. Bundan ötürü, bir yönü ile her doğan Allah’a borçlu olarak doğar, ölen de Allah’a borçlu olarak ahirete intikal eder. Bir de insanın üzerinde mahlûkatın hakları birikir. Başta diğer insanlar olmak üzere; hayvanların ve başka mahlûkatın haklarına da topluca hukuk-ul ibad denilebilir. Bu iki hakkın beraber oldukları yerler de olur. Yani; insan, yaptığı bir hata ile hem Allah’ın hakkını hem de kulların hakkını ihlal etmiş olabilir. Müminler için çok önem arz eden bu konuyu bir yazı çerçevesinde izah etmenin güçlüğü ile beraber, bir fikir tazelemesi adına bu haklardan bahsetmeyi ehemmiyetli görmekteyiz. Zira bugünlerde en çok unutulanlar arasında HAKK’ın olduğu bir gerçektir.
HAKK: Allah’ın Esma-i Hüsna’sından (Varlığı hiç değişmeden duran, mevcudiyeti daima sabit olan) biri olmakla birlikte, kelime olarak da çok farklı manalara ve zengin bir muhtevaya sahiptir. Bâtılın zıttı olarak da hak kelimesinin çokça kullanıldığı görülmektedir. Fakat bütün bu farklılıklara en derin anlamı kazandıran ise bahse konu olan haklardır. Çünkü sözünü ettiğimiz hak, insanın başkalarının haklarını irtikâp etmesidir. Bu hakların sahiplerine iade edilme günü geldiğinde, insanın karşılaşacağı güçlüklerin bilinmesi gerekir. Zaten konunun önemi de buradan kaynaklanmaktadır.
ALLAH’IN HAKKI: ( Hukukullah) Bir insanda Allah hakkının birikmesi iki yolla olmaktadır. Birincisi; Allah’ın emirlerine karşı gelip O’na isyan etmekle oluşur. Böylece kul, Allah’ın hakkına tecavüz etmiş olur. Çünkü; insanı yoktan var eden Allah’a karşı kulluk görevini yerine getirmesi Allah’ın hakkı, kulun da vazifesidir. Bu görevi ihmal eden kişi Allah’ın hakkını gasp etmiş sayılır. Allah’ın kullarına farz kıldığı namaz ve oruç gibi ibadetleri kullar yerine getirmez ve bu emirlere isyan ederse Allah kullarından bu hakkın hesabını sorar. Çünkü burada alacaklı taraf Allah’tır. Eğer kullar bu emirleri gereği gibi yerine getirseler ve Allah’a beğendirebilseler bu sefer alacaklı taraf kullar olacaktı. İkincisi; Allahın yapılmasını haram kıldığı şeyleri kulların yapması neticesinde ortaya çıkan Allah hakkıdır. Mesela; Allah’ın haram kıldığı içki içme yasağını ihlal eden kullar, Allah’ın hakkına tecavüz etmiş olurlar. Allah’ın hakkının çiğnendiği bu iki yolun sonucunda kul, günah işlemiş olur. Yani birinde farzların terki, ötekinde de haramların celbi söz konusudur. Halk arasında yanlış bir telâkki vardır. Haramları işleyenlerin günahkâr olmalarına karşılık, farzları terk edenlerin günahkârlığı pek de dillendirilmez.
Allah ile kulları arasında cereyan eden bu haklar, başkalarını alakadar etmediğinden; hak gaspına giren kullar durumlarının farkına varıp telâfi yoluna girerlerse; tövbe ve istiğfarda bulunup kendilerini affettirebilirler. Bunun için bir aracıya da ihtiyaçları yoktur. Eğer bu haklar dünyada ödenmeyip ahirete kalırsa; Allah isterse kendisine borçlu olan kullarını affeder, isterse de cezalandırır. O’nun bileceği bir iştir. Allah’ın vereceği bu hükme hiç kimsenin müdahale etme hak ve yetkisi bulunmamaktadır. Kulu ile Rabbi arasında hakların iadesi hususunun nasıl tahakkuk edeceği zaten başka kulları da çok ilgilendirmemektedir. Olsa bile orada hiç kimsenin başkalarına yardımcı olamayacağı da kesindir. Zira, herkes hesaplaşmada kendi durumunun ne olacağı endişe ve telâşını taşımaktadır.
KUL HAKKI: ( Hukuk-ul ibad ) İnsanların beraber yaşadığı diğer insanlar, hayvanlar ve çevre ile uyumlu bir hayat sürmeleri ideal iken, zaman zaman aralarında hak gaspları meydana gelmektedir. Bir insan haksız yere diğer bir insanı veya bir hayvanı dövse bu bir hak gaspıdır. Çevreyi kirletse bu da bir hak gaspına girer. Çünkü ne o insan, ne de o hayvan ve çevre bu muameleyi hak etmemiştir. Zalim insanın, yaptığı bu zulüm ile haklarını yediklerinden özür dileyip helallik almadığı sürece kul hakkından kurtulamaz. Sahabe efendilerimize bir disiplin kazandırma adına tertip ve sıraya sokma sırasında Hz. Ömer Efendimiz’in elindeki sopa (Dirret-ü Ömer) bir sahabeye değiyor. Hak etmediği halde bu sopaya maruz kalan sahabe bir müddet sonra bunu unutuyor. Fakat Hz. Ömer, o sahabe ile helâlleşmek için fırsat kolluyor. Umreye gideceğini duyduğunda uğurlamaya gelen Halife Hz. Ömer, olaydan dolayı özür diliyor hem de ona hediyeler takdim ediyor. Ardından o üzücü olayı sahabeye hatırlatan Hz. Ömer: ‘Hani sana haksız bir muamelede bulunmuştum ya, ondan dolayı hakkınızı helal ediniz.’ deyince ‘Ben hatırlamıyorum.’ cevabını alır. Bunun üzerine Halife ‘ Ben ise bu konuyu hiç unutamadım.’ der. Bu hak eğer dünyada halledilmeyip ahirete kalsa; alacaklı taraf borçlu olan tarafı mahşerde affedebilir veya affetmeyip hakkını Allah’ın huzurunda karşı taraftan talep edebilir. Adil-i Mutlak olan Allah da kulunun talebini yerine getirip onu memnun edebilir.
İnsanlara emanet edilmiş olan hayvanların ve diğer mahlûkatın haklarını gasp edenler de aynı kategoride müteala edilmelidir. Bu tip yanlışlıkları irtikâp eden insanlar ise dünyada iken tövbe ve istiğfar ederek bu emanete ihanet suçunu Allah’a affettirebilirler.
İnsanların gasp ettikleri hakların bir tarafı Allah’ı, diğer taraftan da kulları ilgilendiriyor olabilir. Mesela; hırsızlık, insan öldürmek ve iftira atmak bu cümleden olan hak gasplarıdır. Bu çirkin fiillerin hepsini Allah haram kılmıştır. Dolayısıyla, bu haramları irtikâp eden insanlar Allah’ın hakkını gasp etmişler ve haram olan bir fiili işlemişlerdir. Ayrıca haksız yere canına kıyılan, malına çökülen ve iftiraya maruz kalan insanların da hakları gasp edildiğinden hem hukukullah hem hukuk-ül ibad aynı günahta birleşmektedir. Dünyada iken bu cürümlerden kurtulmanın yolu yukarıda sözü edildiği gibi; önce Allah’a tövbe ve istiğfarda bulunmak sonra da hakkına tecavüz edilen insanlardan helâllik dilemek olacaktır. Dünyada yaşarken halledilmeyen ve ahirete kalan hak ihlâlleri ise hiçbir aracının yardımcı olamayacağı çok çetin bir mahkeme ile karşılaşılacaklarını Kur’an pek çok ayette açıklamaktadır.
Efendimiz( sav ) bir mecliste; ‘Müflis kimdir, biliyor musunuz?’ diye sordu. Ashab: ‘Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir.’ dedi. Efendimiz ( sav ) : ‘Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnat ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir.’ buyurdular.( Müslim )
Hele bir de; bu kul hakları şahs-i maneviyi, bir cemaati veya kamuyu, yani bir milletin bütün fertlerini ilgilendiriyorsa, bunların hepsinden helâllik almak nerede ise imkânsızdır. Milletin içinden hakkını helal edebilecekler çıkabileceği gibi, hakkını helal etmeyenler de çıkabilir. Bu durumda mahşerde Ahkem-ül Hakimîn’in huzurunda; boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkını alacağı bir divanda; ya sevaplarını karşı tarafa vererek ödeşecekler ya da sevaplarının yetmediği yerde karşı tarafın günahlarını yüklenip cehennemlikler arasına gireceklerdir.
Dr. Hüseyin Kara